Menderes YILDIRIM
Zulüm cephesinin atakları ve Müslümanlardaki “Susma Orucu”
İslam coğrafyası hızlı bir değişim süreci içine girmiştir. Bu süreçte, alan kapma mücadelesi acımasız ve orantısız geçmekte! Mücadele; seküler ve muhafazakâr kesim arasında geçmekte. Buna, yerli ile yabancıların alan kapma mücadelesi de diyebiliriz.
İslam; “öz kaynaklarına sahip çıkma adına” kendi hareminde -halkın şahsında- kavga vermeye çalışıyor. Yapılan bu meşru müdafaada; İslamcı kanat, kıt imkânlar ve orantısız gücüyle varlık mücadelesi vermektedir. İslamcı kanadın; “tek olan düşman ve hedefe” karşı farklı “dost ve içtihatlara” sarılması, kanayan bir yara ve açık bir dezavantajdır.
Dindarlar, çözüm süreçlerinde insiyatif alamıyor veya etkili ya da yetkili çevrelerce bunların insiyatif almaları engelleniyor. Dindarlar; Çözüm Süreçlerinin başlangıç veya karar aşamalarında; “önceden planlanmış söylem ve hareketlerde” bulunma yerine; “bireysel” veya en fazla “yerel” hareket ve itirazlarıyla dikkat çekmektedirler.
Bütün bu talihsizliklerin yanında; ekser din adamlarımız, ırk, mezhep engeline takılıp bu bariyerlerin ötesine geçememekte.
İslam devletine dönüşme ve dindar toplum oluşturma yolunda sorun çözmekten ziyade, sorunun bir parçası olan bir “İlmiye sınıfı” ağırlıktadır. Bunlar; inkılapçı ruhtan yoksun, yol yorgunu olduklarından; fincancı katırlarını ürkütmemeyi hatta onlarla hiç karşılaşmamayı yeğlemekte. Hal böyle olunca; Hz Meryem'in “susma orucuna” pek benzemeyen bir “susma orucuna tutulmuş” kitle oluşmaktadır
İlahi bir çözüm olarak Hz Meryem annemize vahyedilen; “Birini görecek olursan; -Ben, Rahman'a SUSMA ORUCU adadım, bu gün hiçbir insanla konuşmayacağım- de!” (Meryem 26) ayeti, bir İlahî emir ve çaredir.
Emperyalistlerin, yerli habis ellerle şekillendirmeye çalıştığı günümüz İslam coğrafyasında, Hz Meryem için bir çözüm olan susma orucu, Ümmetin felaketi olacaktır. “İlmiye-kalemiyye, seyfiyye” sınıfları için susmak, halkın ve mülkün felaketi olacaktır.
Vakıa, Emperyalistler Müslüman coğrafyalardan; kendileri için temsilci olabilecek Önderler(!?), kurtarıcıların şahsında vesayetler bırakarak çekildiler. Bu durumu; günümüzün beylikler dönemine dönüşmüş “halkı Müslüman devletlerinde, hareket, aşiret, ırk ve mezhep” anlayışlarının ekserinde gözlemlemek mümkün!
Demem odur ki; işgalcilerle beraber Müslüman ülkelerde, Batının yerli işbirlikçileri diyebileceğimiz muannit bir azınlık oluştu, oluşturuldu. Buna Bediüzzaman'nın deyimiyle; “küfr-i mutlak” veya “zındıka” da diyebiliriz. Bu azınlığın haklılığı olmadığı halde, imkan ve kabiliyetleri, dış misyon şeflikleri pek etkindir. Batının bizatihi uyguladığı ilkelere göre; azınlığın, -insani hakları korunmak şartıyla- çoğunluk iktidarına razı olması şarttır. Azınlığın tahakkümü; Batının sekülerizmine göre de despotizm ve diktadır. Hal böyle iken, İslam ülkelerinin ekserinde azınlık denen türedi güruh; bir türlü ezici çoğunluk olan halk iradesine “teslim-i silah” etmemiş, etmeyecek gibi de görünüyor. Öyleyse bu muannit zındıkaya karşı çare nedir?
Dindarlar; çare üretecek! Çağın sosyal, siyasi ve ekonomik alanlarını PERÇEMİNDEN tutan MODERNİZM; küresel, yerel hatta mahalli ilişkileri, kontrol edebilecekleri vesayetlere bağlamışlardır. Kendileri dışındaki dünya için Eski dünya dedikleri yerlerdeki tüm yerli aktörleri; kontrol edebilecekleri “Vesayetlere” muhtaç bırakmışlardır. Tarihiyle çoktan hesaplaşıp birçok alanda düze çıkan bir Batı karşısındayız. Yanlış tarihiyle hesaplaşmayı değil, tartışmayı dahi yapamamış İslam âleminin Batıyla yarışabilmesi çok zor gibi.
Müslüman devletlerin hemen tümünün anayasalarında; “..değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek” kutsallar karşımıza çıkıyor. İslam âleminin belki de “reform ve Rönesans'ı” diyebileceğimiz şu süreçte, -üzülerek belirtelim ki- aydınlarımızın ekseri, mazlum halka öncülük etme yerine halkın gerisinde veya içinde olagelmişlerdir.
Ecnebi karakterli rejimlerin uygulamaları; sosyal, siyasi ve dinî alanlarda halkın kanına dokunmuş, canına tak etmiştir. Buna dayanamayan sessiz çoğunluk, nihayetinde spontane hareketlerle sokaklara taşmış veya paramiliter direnişler sergilemişlerdir. İşbirlikçi düzenleri ilk rauntta yıkan, karşısına çıkan engelleri deviren “haklı halk selleri,” koordineli olamamıştır. Sistematiğini oluşturmamış bu kitleler, uzayan mücadele sürecinde de rakibi bırakarak birbirleriyle çatışabilmişlerdir.
Vakıa şudur ki İslami “ilmiye sınıfı; dernek, vakıf, camia ve parti..” gibi yapılanmalar; “fırtına öncesi sessizlikleri” algılayamamış; “öncü depremlere” karşı bile bir hazırlık yapamamıştır. Böylece mazlum halk; “seyfiye sınıfı, İslami yapılanma ve öncülerin şahsında” gafil kalmıştır. Bir anda kopan “fırtına ve depremlere” hazırlıksız yakalanmış, her seferinde de vesayetlerden sille yemiş/yemektedir.
Bir İslami hareketin “haram, küfür” dediğine bir diğer yapılanma, hem de aynı nassa bakarak aksini diyebilmiştir. Böyle bir Ümmet; saadet ve zafere eremez. Mevcut bölgesel ve yerel İslami aktörlerin çareler üretememesinin, tıkanmalarının sebebini de buralarda aramak lazımdır. İslam Konferansı Örgütü, diğer ulusal ve yerel örgüt ve STK'ların; varlık göstermeyişlerinin temelinde de aynı sebepler yatmaktadır. “Mü'minler ancak kardeştir” ve “müminler bir vücudun azaları gibidirler..” kutsal ilkelerimize rağmen ekser İslami yapılanmaların kendi “beyaz ve zencilerini” ürettiği bir gerçektir. “Dünyanın her yerinde kanayan yaralarımız, tarumar olan ülkeler, sadece öldürmek için kardeşine kurşun sıkan eller; kan, gözyaşı; deniz sahillerine vuran masum cesetler, en uzak küffar diyarlara ulaşan göç dalgaları..” inkar edemeyeceğimiz gerçeklerdir.
Ulusal veya küresel anlamda bir İslami cephenin suçlu çıkması, birilerinin nispeten daha destek bulmasının ne anlamı da kalmamış. Örneğin Emperyalist dünyada; Fettah Sisi darbe yaparken, Mısır'ın en aklanan insanı çıkabilmişti. Suriye'nin Esedi de hakeza! Kendi ülkelerindeki kurulu düzene -Batı lehine- paralel hareket eden tüm oluşumlar da Emperyalistlerin inayet listelerinde yer alabilmekte. Müslüman milyonlar katlolurken susan Batı; -gözümüzün içine baka baka- bir “gazeteci(!)” için; “hukuk, insan hakları ayaklar altında; ..basın özgürlüğü engellenemez..” pişkinliğiyle baskı yapabiliyor.
Kısacası; Haçlı sillesiyle sersemleyen İslam ellerinde haklı çıkmanın yolu; “Büyük Şeytan'a” uyumdan geçmekte biline!
İslam ve Müslüman yine “garip gelen başlangıçtaki” kimliğine bürünmüş. Orada; “Canlar pazarında canlar satılır/Satarım bu canı alan bulunmaz!” Deriz ki; “Ne mutlu o gariplere!” Muhafazakar toplumumuzda revaçta olmayan; “seküler, ermeni, ulusalcı, LGBT..” gibi enstrümanları kullananlar yol alabiliyorsa, tüm İslami YAPILANMALAR, özeleştiri yapmak zorunda. “Nenemizin sunduğu deterjanı -kili- değil, artık çağın sunduğu hijyenleri” kullanmak zorundayız.
Görmek zorundayız; kimi şeyler olmadı, olmuyor! Kusura kalmayın; varsa yollara çökmüş Hindistan İnekleri, normal trafiğin akışı adına yoldan çekilmeli ya da çektirilmelidir. Zamana ve zemine yazık; hem israf da haramdır. Müslüman devlet ve grupların; ırk ve mezhepçilik adına yargısız infazlar yaptığı bir dönemdeyiz. Örnek olma ve Ümmetin tevhidi adına büyük sorumluluğumuz vardır.
Rabbimizin tembihi: “Ey iman edenler iman ediniz!” ve “Kendini kınayan nefse andolsun!” Ölçümüz; “Ta Kur'andan alarak ilhamı/ Asrın idrakine sunmalıyız ishamı”(Akif).
“Toptan Allah'ın İPİ'ne sarılmak..” temenni, derunî selam ve dualarımla!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.