5. Din Şurası başladı
5. Din Şurası Ankara Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in de katıldığı açılış programıyla Bilkent Otel’de başladı.
İlki 1993’te düzenlenen Din Şurasının 5.’si bu yıl, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Günümüzde Yeni Dinî Anlayışlar; Dinî Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri” başlığı altında toplandı.
Toplantının açılışında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan birer konuşma yaptılar.
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından organize edilen, Diyanet İşleri Başkanlığı ve akademi dünyasından 300 ilim adamının katıldığı şuranın açış konuşmasını yapan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, İslam dininin içinden geçtiği süreçlere ve dinin ancak doğru ve sağlıklı bir bilgiyle anlaşılabileceğine değinerek, “İslam dini, medeniyeti ve coğrafyasının bugün içinden geçtiği ve belki de tarihin bu en zorlu sürecinde bütün Müslümanların hayati meselesi, hiç şüphesiz, din konusunda doğru ve sahih bilgi üretimi meselesidir. Ölümlerin, vahşetin, dehşetin ve şiddetin tüm korkunçluğuyla yaşandığı İslâm coğrafyasının, her şeyden önce doğru bilgiye, hikmetli söze ve derin irfana ihtiyacı bulunmaktadır. Bugün, kendisinden gururla bahsettiğimiz İslâm medeniyeti bilgi, hikmet ve marifetler yoğrularak iman, akıl ve ahlakla inşa edilmiştir” dedi.
İslam âlimlerinin, entelektüellerinin ve bilim adamlarının omzundaki sorumluluğun ağır olduğuna işaret eden Başkan Görmez, konuşmasında özetle şu konulara değindi:
“Türkiye’nin mazlum toplumlara umut vaat etmesi, din eğitimini, din öğretimini ve din hizmetlerini sağlıklı bir zeminde yürütmesindendir…”
“Bugün, ateş çemberinin ortasında yer alan ülkemiz, hala bir esenlik ülkesi olarak umut vaat etmeye devam ediyorsa, bunda pek çok sebebin yanında din eğitimini, din öğretimini ve din hizmetlerini başından beri ciddiye alarak, bugünün dünyasında onu ikame etmeye çalışmasının payı asla göz ardı edilemez. Bu konularda her ne kadar ülkemizde zaman zaman bazı kırılmalar yaşanmış olsa da, din eğitimi ve din hizmetleri diğer İslâm ülkelerine nazaran çağımız koşullarında daha sağlıklı bir zeminde seyretmektedir. 14 Asırlık bilgi ve medeniyet birikimiyle doğru ilişkiler kuran, Kerim Kitab’ın ayetleriyle tabiatın ayetlerini birbirinden ayırmayan, din bilimleriyle, fen ve sosyal bilimlerini, ilahiyat eğitimiyle hikmet ve felsefeyi birlikte veren bir eğitim anlayışının ve kurumların varlığı, hiç kuşkusuz, bu zemini bizlere sağlamıştır.
“Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında barış, güven ve huzur vesilesidir…”
İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri gibi eğitim kurumlarımızda üretilen bilgiyi, toplumun ve insanlığın istifadesine sunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın varlığı, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında barış, güven ve huzur vesilesidir. Ülkemizin en küçük yerleşim birimlerinden büyükşehirlere, Afrika’nın uçlarından Latin Amerika ve Karayip Adalarına kadar yerkürenin hemen her yerine, gerek yurt dışındaki millet varlığımıza, gerek gönül coğrafyamıza ve gerekse dünya Müslümanlarına götürülen hizmet ve faaliyetler, Başkanlığımızı küresel ölçekte hizmet sunan uluslararası bir kurum hâline getirmiştir. Bu durum, ülkemiz için hem büyük bir imkân ve fırsat, hem de bizleri iman ve aşkla coşturan çok önemli bir husustur. Ancak itiraf etmek isteriz ki, 14 asırlık büyük bir mirası günümüze taşıma, onu bilme, doğru anlama ve yorumlama; yaşadığımız çağın devasa sorunlarını çözme ve gelecek nesillerin ihtiyacına göre yeni bir medeniyet inşa etme hususlarını dikkate aldığımızda hali hazırda ürettiğimiz bilgi ve sunduğumuz hizmetleri yeterli görmek mümkün değildir. Bugün, ülkemizin gerek bölgemizde gerek gönül coğrafyamızda ve gerekse tüm dünyada bir umut olması, diğer konularda olduğu gibi dinî-ilmî sahalarda da bir başvuru mercii haline gelmesi, çabalarımızı, çalışmalarımızı, kurum ve müesseselerimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılmaktadır. Diyanet camiası olarak bu büyük sorumluluğu hakkıyla ifa edebilmek için kendimizi her açıdan yenilemek ve hizmet kalemlerimizi geliştirmek zorunda olduğumuzun bilincindeyiz.
“Sömürgelerin, istilaların, işgallerin ve istibdatların gölgesinde oluşan yaralı bilinçler, tercih ettikleri yol ve yöntemlerle uç noktalara savrulmuşlardır…”
‘Günümüzde yeni dini anlayışlar’ derken, bugün, hem İslâm toplumlarının karşı karşıya kaldığı çatışmalara mesnet teşkil eden farklı dinî anlayışları, hem de İslâm’ın evrensel mesajlarını görmezden gelerek kendi dar kalıpları doğrultusunda İslâm’ı temsil etme iddialarını kastetmekteyiz. Bugün, her ne şekilde olursa olsun İslâm’ı anlama ve yaşama biçimleri bir şekilde tarihsel köklere dayanmaktadır. Ancak hemen ifade etmek isterim ki, medeniyetimizin harici ve dâhili sadmelerin etkisiyle kırılmalar geçirdiği uzun yıllarda, sömürgelerin, istilaların, işgallerin ve istibdatların gölgesinde oluşan yaralı bilinçler, tercih ettikleri yol ve yöntemlerle uç noktalara savrulmuşlardır. Bunun bir nedeni de çağımızın egemen bilgi üretim mekanizmalarının, bilgiyi gücün ve hakikatin yegâne kaynağı olarak görmesi, pozitivist eğitim anlayışının bir şekilde dini anlama biçimlerine de yansımasıdır. Bütün bunların neticesinde oluşan bilinçler, farklılıkları yok kabul etmekte ve kendisi gibi düşünmeyenleri kolayca hakikatin dışına itmektedir.
“Modern zamanlarda ortaya çıkan bazı nevzuhur dini tezahürler, İslam’ın rahmet mesajına gölge düşürmüştür…”
Modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur dini tezahürlerden birisi var ki; İslam’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına, sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslamafobik korkuların oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının aracı haline hâline gelmiştir. Tarih boyunca İslam medeniyetinde egemen olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen selefe ve dini metinlere bağlılığı ifade ederken Moğol istilasıyla birlikte bir zemin bularak bir eylem ve hareket alanına dönüşmüştür. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde dahili ve harici etkenlerle siyasal bir zemin bularak varlığını korumuş hatta bazı devletlerin ideolojisi haline gelmiştir.
“Sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatlerin gölgesinde yetişen yaralı bilinçler ve ölümcül kimlikler, İslam adı altında, insanları hunharca katleden bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür..”
Afrika Sömürgeleri, Afganistan işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşı ve Irak işgali gibi İslam dünyasının dini ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatlerin gölgesinde yetişen yaralı bilinçlerin ve ölümcül kimliklerin hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslam dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış İslam’ın ilk fitne hadiselerinde ortaya çıkan harici unsurların düşünce, tavır ve diliyle birleşince bugün itibariyle İslam için ve İslam toplumları için en büyük sorun haline gelmiştir. Bu anlayışa göre hakikat “selef” adı verilen sadece ilk üç neslin inhisarındadır. Ancak zamanla modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç mübarek nesle izafe ettiklerinin farkında değildirler. Kendi hakikatlerine ve dini anlayışlarına inanmayanları, İslâm’ın ana yolunun tarih boyunca prensibi olan ‘ehl-i kıble tekfir edilmez’ düsturunu yok sayarak kolaylıkla tekfir eden bu zihniyet, kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihad olarak kabul etmeye başlamıştır. Bunlara göre halefin yani sonraki nesillerin Kur’an ve Sünnet yanında akla, re’ye, içtihada yer veren dini anlama metotları, geçerli değildir.
“Kur’an’la ilişkisi lafzi ve harfi, sünnetle ilişkisi zahiri ve şekli olan anlayış, mezhep çatışmalarına zemin hazırlamıştır…”
Doğrudan naslara başvurmak yerine fıkhi konularda farklı metot takip ederek oluşan mezhepler ve tarih boyunca medeniyet üreten bütün düşünce okulları ehl-i bidat; irfan geleneğimizin derunî dini tecrübesini yaşayan bütün tasavvuf mektepleri de ehl-i dalalettir. Bütün tekkeler, zaviyeler, türbeler, tarihi eserler, yıkılması ve tahrip edilmesi gereken birer şirk unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu düşüncede Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürü olarak İslâm medeniyetinin var ettiği bilim, sanat, estetik, edebiyat, bediiyyat ve mimarinin herhangi bir yeri yoktur. Dini metinleri birer kanun metni gibi algılayan, Kur’an’la ilişkisi lafzi ve harfi, sünnetle ilişkisi zahiri ve şekli olan, Allah’ın insana bahşettiği akıl ve istidatları vahyin karşısına koyarak reddeden bu anlayış tarih boyunca İslam’ın ana yolunu temsil eden ehlisünneti kendi tekeline alarak diğer bütün mezhepleri ötekileştirerek mezhep çatışmalarına zemin hazırlamış medeniyet içi bir çatışma isteyen siyasal mühendisliklere hizmet eder hale gelmiştir.
Ayrıca bu anlayış, ibadetlerdeki içtenliğin yaşanması, Allah sevgisinin mahlûkata şefkat olarak yansıtılması, yaratılanın Yaratandan ötürü hoş görülmesi, insanları rahatsız ve huzursuz etmekten sakınılması gibi ahlaki hassasiyetlerin kaybolup gitmesine, yerine, din adına baskı, şiddet ve zulüm üretilmesi gibi yanlış sonuçlar doğurmuştur. Başından beri İslâm medeniyetinin bir emaneti olarak kabul edilen ve Müslümanlarla birlikte yaşama ahlakı ve hukuku çerçevesinde iç içe olan ehl-i kitap ve diğer dini azınlıklar üzerinde korku üreten bu zihniyetten dolayı ne yazık ki barış ve esenlik dini olan İslâm, şiddet ve terörle yaftalanmaya, İslam toprakları da selam ve eman yurdu olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır.
“Tasavvufi düşüncenin kurumsallaşmasıyla oluşan bazı yapılar, varlıklarının devamı için dünyevi kaygılarla hareket edebilmektedir…”
İslam medeniyetinde ve günümüzde üzerinde çokça konuşulan ve tartışılan bir başka anlayış da tasavvufla ilgilidir. Daha çok kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi ve ferdin ıslahından cemiyetin ıslahına ulaşılması üzerine kurulan bu anlayış, başından beri toplumsal bir olgu olarak tarihimizde var olmuştur. İlk fitne dönemlerinde din eksenli siyasal çatışmalardan uzaklaşan ve daha sonraları özellikle Emevî saltanatının güç ve çıkar ilişkilerine bir tepki olarak deruni dini tecrübeyi bir yol ve yöntem olarak ve de dünyevileşen İslam algısı karşısında uhrevi boyutu öne çıkaran bu tecrübe, dinin ihsan boyunu öne çıkarmış, zühd ve takvayı esas almış, Allah’ın murakabesini tüm iş ve anlayışlarına temel kılmıştır. İnsan fıtratında böyle bir dini tecrübeye ilgi yadsınamaz.
“Aşırı dünyevileşme olgusu karşısında insanların bir sığınma limanı olarak gördüğü bu yapılar, hâkimiyet çabalarından dolayı tartışılır hâle gelmişlerdir…”
Modern zamanlarda yeryüzün ahalisinin topyekûn içine sürüklendiği maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşme olgusu karşısında insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak için bir sığınma limanı olarak görülen bu yapılar, zamanla dünyevileşme meyilleri ve hâkimiyet çabalarıyla tartışılır hâle gelmişlerdir. İslâm’ın rahmet mesajlarının yeryüzüne yayılmasında, medeniyetimizin sevgi, aşk ve merhamet boyutunun öne çıkmasında, Anadolu’nun ve Balkanların İslâmlaşma sürecinde işlevi yüksek olan irfan geleneğimizin ve tasavvufi ekollerin, günümüz tezahürlerinin tarihsel misyonlarına uygun şekilde kendi iç muhasebelerini yapmaları elzemdir. Bugün, tarihsel referansına uygun olmadığı halde bu yapıların bir kısmı başkalaşarak varlığını devam ettirmektedir. İhvanlık hali İslâm’ın özündeki uhuvveti zedelemeden, tekkenin varlığı İslam’ın varlığının önüne geçmeden, kişinin aklını ve iradesini bir başkasına teslim etmeden bu tecrübenin zühd, takva ve ihsan boyutunda yaşanması başta Müslümanlar olmak üzere bugünün dünyasında herkes için manevi bir ihtiyaçtır.
“İslâm’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir…”
Üzerinde durulması gereken bir olgu da özellikle bütün dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden dini yapılardır. Bu tarz yapıların, özellikle sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde görüldüğü bilinmektedir. Dünyaca ünlü sosyologumuz Prof. Dr. Şerif Mardin bu tür yapıların iç teşkilatlanmasını hiç çözemediğini, şimdiye kadar kullanılan sosyolojik metotlarla araştırılmaya müsait olmadıklarını ifade etmektedir. Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla kendi içinde bir yapıya, bir söyleme, bir gayeye ve büyük bir hedefe dönüşmektedir. Dini referanslar ve peygamberlerin mücadelesi dahi daha çok araçsal bir boyut kazanan bu hareketlerde başarıya endeksli olmak büyük bir gaye olarak kabul edilmektedir. Şahıs merkezli bu hareketlerde ahireti kazanma karşısında akıl ve vahiy devre dışı bırakabilmekte, körü körüne itaat kültürüyle iradeler teslim alınabilmektedir. Bilinmelidir ki İslâm’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mümine düşen görev, hakikate sahip olmak ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır.
“Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayr-i meşru yöntemlerle ulaşılmaz…”
Elbette İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlak doğrultusunda birlik olmayı ve tüm Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister. Ancak Kur’an, dini fırkalara bölenleri ve kendinden başkasına cenneti layık görmeyenleri Hıristiyanlık ve Yahudilik anlayışını örnek vererek zemmeder. İslâm’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayr-i meşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve fitne çıkarmak İslami ahlakın asla tasvip etmeyeceği hususlardır. İslam fitneyi savaştan beter görür. Dini, kişilere ve anlayışlara hasretmeyi değil, Allah’a has kılmayı ve tüm eylemlerin sadece O’nun rızasına uygun olmasını ister.
“İslam dini hak, hukuk ve adalete dayalı faziletli ve ahlaklı bir toplum inşa etmeyi ister…”
İslam dini hak, hukuk ve adalete dayalı faziletli ve ahlaklı bir toplum inşa etmeyi ister. Bunu bir dini sorumluluk ve vecibe olarak görür. Bu anlamıyla İslam sadece bireysel ritüellerin ikamesine dayalı dini vazifelerin yapılmasını isteyen bir din değildir. İslam hem bu dünya hem de ahiret hayatının saadet ve mutluluğunu esas alır. İslam’ın ibadet anlayışı bütün yapıp ettiklerimizi ve tüm amellerimizi kapsar. Ubudiyet, kişinin yaratıcıyla, kendisiyle, yaşadığı toplumla ve tabiatla olan ilişkisinin toplamıyla ilgilidir. Bu anlamıyla toplumsal sorunlarla ilgili olmak Müslümanlığın bir parçasıdır.
“Toplumsal birliğin ve beraberliğin en önemli ortak paydası dindir…”
Toplumsal iş ve eylemlerde hakkı, hukuku ve adaleti esas almak Allah’ın rızasını kazanmanın bir gereğidir. Hiçbir kişisel menfaat, bu rızanın kazanılmasının üstünde görülemez. Toplumsal birliğin ve beraberliğin en önemli ortak paydası dindir. İslâm, hiç kimsenin dini bir çıkar aracı haline getirerek bir güç ve iktidar arzusuna dönüştürmesine onay vermez. Hâl böyle iken bugün İslâm dünyasında Din-i Mübin-i İslâm’ın, zaman zaman her türlü saltanatı, gayr-i meşru yönetimleri, hatta askeri darbeleri meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılması esef vericidir. İslâm’ın kişisel siyasal araç haline getirilmesi ve bir ideolojiye indirgenerek algılanması dinin özünü ortadan kaldırır. Elbette İslâm’ın siyasetle ahlak düzleminde, dini özgürlükler bağlamında ve başkalarının inancına müdahale etmeme anlayışında bir ilişkisi vardır. Ancak İslâm, siyasi bir parti programına indirgenemeyecek kadar büyük ve yücedir. Başında İslâm dahi olsa siyasetin pragmatist, makyavelist ve başarmak için her şeyi meşrulaştırıcı tavrı İslam’la bağdaşmaz. Modern zamanlarda demokrasinin getirdiği siyasal bir zeminde bu durum, yeni bir takım siyaset teorilerini var etmiş ve yeni anlayışlar ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda tartışmaların İslam dünyasında var olduğu da bir vakıadır.
“Dinî kurumlar, mutlaka dinî bilgi üreten mekanizmalara sahip olmalı ve bunları sürekli yenilemelidir…”
Dinî kurumların, Müslüman kimliğini oluşturmada, korumada ve güçlendirmede, bu kimliğe süreklilik kazandırmada, zedelenen kimlikleri imar etmede büyük rolü vardır. Ancak bu kurumlar, sağlam bilgi üreten mekanizmalara sahip değillerse, kadroları meslekî yeterlilik ve ahlâkî ilkeler bakımından donanımsız ise, temsil zafiyeti yaşıyorlarsa, maddî kaynakları ve kurumsal yapıları sağlıklı bir temele oturmamışsa topluma yarardan çok zarar getireceklerdir. Bu sebeple dinî kurumlar, mutlaka dinî bilgi üreten mekanizmalara sahip olmalı ve bunları sürekli yenilemelidir. Yenilenen sahih bilgiyle Müslüman kimliğini sürekli takviye etmek, dinî kurumların vazgeçilmez görevi olmalıdır.
“Din adamı “bağrı başlu, gözü yaşlu” hizmet ehli, varlığından soyulmuş ve hayat kervanının en sonunda yürüyen bir neferdir..”
Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bir özeleştirisini yapmak zorundayız. Başından beri sağduyulu halkımızın büyük teveccühünü kazanan Başkanlığımız, taşıdığı önemi tam anlamıyla kavrayabilmiş midir? Din görevlilerimiz, memuriyeti hakkıyla yerine getirmenin ötesinde bir şuurla “din gönüllüsü” olabilmiş midir? Toplumun sadece ibadetiyle, nikahıyla ve cenazesiyle değil, aynı zamanda çocuğuyla, kadınıyla, yaşlısıyla, derdiyle, fakiriyle, hastasıyla, mahkumuyla, sokağa terk edilenleriyle beraber olmayı başarabildik mi? Din tanımımızı revize etmekle din hizmetimizi hayatın her anına ve her alanına ulaştırma idealimize yaklaşabildik mi? Bu vesileyle rahmetle yad etmek istediğim Nurettin Topçu’nun “Din adamını, her sefaletin ve ızdırabın barındığı yerde arayıp bulmalıyız. Hastanede, hapishanede muzdarip işçinin yanında, yalnız ve sahipsiz yaşayanların başucunda o bulunmalıdır. O insan hareketlerinin uzanabildiği her yerde görevlidir. Gerçek din adamı “bağrı başlu, gözü yaşlu” hizmet ehli, varlığından soyulmuş ve hayat kervanının en sonunda yürüyen bir neferdir. Kavuklular değil, kalpliler din adamlarıdır. Kalabalıktan değil Allah’tan kuvvet alacaktır, yalnızlığı ile Allah’ın saltanatına sığınacaktır. Allah’ın kullarına hizmetin, Allah’a hizmet olduğunu bilendir.”
Toplantının açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan da konuştu
5. Din Şurasının açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yaptığı konuşmada, Türkiye'nin pek çok güncel meselesinde olduğu gibi, bölgede ve dünyada dinin ve dine müteallik meselelerin tartışmaların odağında yer aldığı bir süreçten geçildiğini dile getirerek, “Batı'da kiliseyle devlet arasında ya da kiliseyle bilim arasında asırlar boyunca devam eden tartışmalar, dinin kamusal alandan silinmesi, dinin bireyin özel hayatına hapsedilme mücadelesine dönüştü” dedi.
Batı'da asırlardır devam eden bu mücadelede kimin ne kadar başarı sağladığının bugün bile tartışma konusu olduğunu belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasından önemli başlıklar şöyle:
“Dine müteallik meseleler, siyasetten sosyolojiye, idareden iktisada, eğitimden sanata kadar hemen her alanda gizli ya da açık özne olmuştur…”
“Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki Batı'da Hristiyanlığın bıraktığı boşluk, modernleşme gibi, kapitalizm gibi, para, teknoloji, moda hatta bilim gibi önemli bir çoğunluk tarafından din kabul edilen olgularla doldurulmak istendi. Başta Türkiye olmak üzere bazı İslam ülkeleri, Batılılaşma süreçleri içinde birçok şeyi taklit ettikleri gibi ne yazık ki kilise ile devlet, kilise ve bilim arasındaki tartışmaları da taklit ettiler. Batı'da Hristiyanlıktan oluşan boşluğa örneğin yurttaşlık dini ikame edilirken Türkiye gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde de benzer bazı denemelere girişildi. Hristiyanlık tartışmalarında din bir afyon olarak tanımlanırken, aynı tavır ülkemize ya da başka İslam ülkelerine bir taklit olarak yerleştirilmek, ikame edilmek istendi. Son 200 yıldır Türkiye topraklarında yaşanan tartışmaların önemli bir çoğunluğunun merkezinde aleni ya da gizli şekilde din vardır. Dine müteallik meseleler, siyasetten sosyolojiye, idareden iktisada, eğitimden sanata kadar hemen her alanda gizli ya da açık özne olmuştur. Batılılaşmanın bir taklit şeklinde, bir sorgusuz sualsiz kabul şeklinde ilerlediği son 200 yıllık süreçte Türkiye'nin de Batı'daki tartışmaları yaşaması istenmiş, ancak çok bariz bir doku uyuşmazlığı ortaya çıkmıştır.
“Bu ülkede dine ait tüm meselelerin, tüm konuların artık özgürce ve özgüvenle ele alınabilmesi gerekir…”
İmam Hatip okulunda okumuş, fırsat buldukça da dine ait teorik meseleleri takip etmiş biri olsam da elbette böyle önemli bir konuda, böyle derin bir mevzuda değerli hocalar karşısında teorilerden bahsetmeyeceğim. Yaklaşık 40 yıldır siyasetle iştigal eden bir kardeşiniz olarak, bugün de Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı sıfatıyla benim asıl ilgi alanım pek tabii biçimde meselenin pratik boyutlarıdır. Şahsen bu alanda bir başka vazifem daha olduğunu düşünüyorum. Cumhurbaşkanı olarak, bu ülkede dine ait tüm meselelerin, tüm konuların artık özgürce ve özgüvenle ele alınabilmesi için ilgili tüm kesimleri cesaretlendirmekle mükellef olduğum inancı içindeyim.
“Türkiye'nin hemen her meselesinde bir şekilde özne olan, din konusu, objektif, tarafsız, korkulardan ve mahalle baskısından uzak şekilde gündeme taşınamamıştır…”
Tanzimat'tan bugüne, yani yaklaşık son 200 yıldır bu ülkede bazı meseleler özgürce, özgüvenle ve cesaretle ele alınamamıştır. Türkiye'nin hemen her meselesinde bir şekilde özne olan, bir şekilde odak noktasında bulunan din konusu, objektif, tarafsız, korkulardan ve mahalle baskısından uzak şekilde gündeme taşınamamıştır. Bırakınız dine ait meseleleri özgürce tartışabilmeyi din ve dindarlar, yaklaşık 200 yıl boyunca her türlü eleştiriye, tahkire, horlamaya sistematik şekilde maruz kalmıştır.
“İslamofobi sürekli körüklenmiştir…”
Filmlerde, romanlarda, hikayelerde, karikatürlerde, bilim ve fikir dünyasında dindarlık ile cehalet hep eş tutulmuştur. Din ve dindarlık yoksulluğun nedeni olarak gösterilmiştir. Din ve dindarlık, yobazlığın, tutuculuğun, gericiliğin, baskının nedeni olarak lanse edilmiştir. Gerek Türkiye'de gerek tüm İslam coğrafyasında din hep terakkiye mani olarak anlatılmıştır. İslamofobi dediğimiz faşizmle eşdeğer olan hastalık, sadece Batı'dan Doğu'ya yönelen bir sorun değildir. Türkiye'de ve İslam coğrafyasında bizzat içeride, idareciler, siyasetçiler, bilim insanları, düşünürler ve medya yoluyla İslamofobi sürekli körüklenmiştir. İslamofobiklere göre, İslam dünyasının geri kalmasının sebebi dindir. Bunlara göre İslam coğrafyasının kanla, gözyaşıyla, terörle anılmasının sebebi de budur. Bilimde ve teknolojide geride kalmanın sebebi işte bu islamofobiklere göre dindir. Öyle bir taarruz yapılmış, öyle sistemli bir saldırı gerçekleşmiştir ki İslam dünyası, özellikle de İslam dünyasının münevverleri kendilerini savunmaktan, defansta kalmaktan ofansif bir hareketin içine girmemiştir, girememiştir. Asıl meselelere yönelmeye fırsat bulmamışlardır.
“İslam dininin ilk emri ilimdir…”
Bakınız, vahiy çok ortada, açık. İlmi, akletmeyi emrederken yıllardır, on yıllardır bizim ülkemizde bazı zihniyet mensupları hep akıl ve bilimden başka bir şey tanımamışlardır. Bu zihniyet mensupları dine ve vahye ciddi bir saldırıda bulundular. Biz öyle bir dinin mensubuyuz ki ilk emir ilim. Oku diye emreden bir dinin mensubuyken, adeta sanki ilmi reddeden bir din varmış gibi sunulmaya çalışılmıştır. Öbür tarafta sanki aklı inkar eden bir din varmış gibi sunulmaya gayret edilmiştir. Halbuki bizim mukaddes kitabımız Kuranı Kerim'de birçok yerde sürekli olarak, akletmek emredilmiştir. 'Akletmez misiniz?' Sürekli bu bize uyarı şeklinde hep hatırlatılmıştır.”
Üç gün sürecek 5. Din Şurasında şu konular masaya yatırılacak:
-İslam Dünyasında Değişimin Dinamikleri, -Hayata Uyumun Aracı ya da Çatışmanın Kaynağı Olarak Mezhep, -Günümüzde Dini Anlayışlar: Kaynakları, Ayrışma Noktaları/Nedenleri ve Yeni Kimlikler, -Dini Anlayışların ve Yaşam Biçiminin Oluşumunda Etken Olan Metodolojik Unsurlar, -Dini Hayatta Evrilme, İnanç ve Amelde Eksen Kayması, -Modern Toplumda Dinin Bireysel Ve Toplumsal Temsili
5.Din Şurası, 10 Aralık’ta sonuç bildirgesinin okunmasıyla sona erecek. (İLKHA)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.