Affetme ve ihsanda bulunmanın güzel sonuçları
Affetme kavramı; kusur, kabahat, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırmamak, suç işleyeni kınamadan salıvermek.
Affetme kavramı; kusur, kabahat, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırmamak, suç işleyeni kınamadan salıvermek. Suçlu veya maznun hakkındaki hukuki uygulamadan vazgeçmek gibi anlamlara gelen bir hukuk terimidir.
Kur’an-ı Kerim’de affetmenin fazileti hakkında birçok ayet-i kerime vardır. İşte bunlardan bazıları:
“Güzel söz söylemek ve affetmek, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.” (Bakara: 263)
“Ey peygamber, sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme.” (A’raf, 199)
Affetmek, Allah’u Teâla’nın güzel sıfatlarındandır. Allah’u Teâla, bu sıfatının bir tecellisi olarak kendisine şirk koşma suçu dışında bütün günahları affedebilir. Bu da O’nun kullarına olan merhametini ve büyüklüğünü göstermektedir. Günahlarından tevbe eden kullarını affetmesi, aynı zamanda O’nun rahmetinin tecellisi ve ispatıdır.
Allah’u Teâla, günahkâr kullarını affettiği gibi, kullarının da birbirlerini affetmesini ister, sever ve teşvik eder. Diğer insanlara karşı kin ve nefret duygusu beslemek, hep intikam peşinde olmak mümin kişinin vasfı olmamalıdır. Mümin incinmiş, ezilmiş olsa bile yeri geldiğinde affetmesini bilen kişidir. Bunu iki sebepten dolayı yapar:
Birincisi, suçlu kişinin yaptığı işten pişmanlık duyması ve bir daha ona geri dönmemek üzere kesin söz vermesi halinde affedebilir.
İkincisi, suçlunun üzerinde tam bir hâkimiyet elde ettikten sonra, gördüğü bir maslahat üzerine affedip canını bağışlayabilir.
İslam tarihinde bunun sayısız örnekleri vardır. Nitekim Peygamberimiz sallellahu aleyhi vesellem, Mekke’de kendisine eziyet eden, envaı çeşit işkencelerle gece-gündüz rahatsız eden, onu zorla öz vatanı Mekke’den çıkarıp hicrete zorlayan, Bedir, Uhud ve Hendek gazvelerinde kendisine karşı savaşıp ağır kayıplar verdiren, kendisini yok etmek ve İslam’ın izini yeryüzünden silmek isteyenleri bile, zamanı gelince affetmiştir.
Mekke Fethinin ikinci günü Allah Resulü sallellahu aleyhi vesellem, çıkar önce Kâbe’nin etrafında döşeli bütün putları devirir, kırar. Sonra Kâbe’nin anahtarlarını ister, Kâbe içindeki putları da dışarı atıp temizledikten ve içinde iki rekât namaz kıldıktan sonra Kâbe’nin kapısına çıkar. Kapının her iki sövesinden tutarak karşısında toplanmış bulunan Kureyş toplumunu bir süre süzer. Sonra karşısında başı eğik, yüzleri aşağı, mahcup ve mağlup halde bekleyen topluluğa seslenir:
“Ey Kureyş topluluğu! Bugün hakkınızda nasıl bir karar vereceğimi umuyorsunuz?
Onlar hep bir ağızdan:
“Senin hakkımızda iyilik edeceğini bekliyoruz, çünkü sen akrabalık hakkını gözeten ve kerem sahibi bir insansın, kerem sahibi bir babanın evladısın. Bu yüzden senin bizim hakkımızda ikramda bulunacağını, kusurlarımızı bağışlayacağını umuyoruz” dediler.
Bunun üzerine Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem, geçmişe dönük onlardan hiçbir hesap sormadan şu evrensel fermanını açıkladı: “Bugün size söyleyeceğim söz, Yusuf aleyhisselamın kardeşlerine söylediği sözün aynısıdır: “Gidin hepiniz serbestsiniz, bugün size karşı başa kakmak yok, ayıplamak yok, hesap sormak yoktur” dedi. (İbni Sad: c, 2, s, 142-143)
Nitekim Yusuf aleyhisselamın kardeşleri de ona çok yönlü kötülük yapmışlardı. Onu babasından kaçırarak götürüp dövmüşler, sonra kuyuya atmışlar, sonra köle olarak satmışlardı. Yusuf aleyhisselam Mısır Azizi tarafından köle olarak satın alınarak onun sarayında yıllarca köle olarak çalışmış, sonra çirkin bir iftiraya kurban giderek yıllarca zindanda kalmıştı. Ama nihayetinde yorduğu bir rüya vesilesiyle Mısır’ın azizi olarak tekrar saraya dönmüştü.
Nihayet kardeşleri onunla tanışınca çok üzüldüler, sıkıldılar ve kendi kendilerini kınayarak şöyle dediler: “Allah’a yemin olsun ki, hakikaten Allah seni bize üstün kıldı. Gerçekten biz hataya düşmüş (haksız yere kardeşimize zulmetmiş) kimseleriz, dediler. (Yusuf aleyhisselam): “Bugün sizi kınamak (başa kakmak, hesap sormak) yok, Allah sizi affetsin! O, merhamet edenlerin en merhametlisidir, dedi.” (Yusuf: 91-92)
İşte Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem, tıpkı Yusuf aleyhisselam gibi kavminden hiç hesap sormadı. Demedi, “Ya siz değil miydiniz beni yalanlayıp alay eden? Bana çeşit çeşit işkenceler yapan, beni yurdumdan kovan? Defalarca üzerime gelip benimle savaşan, en değerli akrabalarımı ve ashabımı şehit edenler, siz değil miydiniz? Evet, bu gibi sözlerden hiçbirini kullanmadı!
Ya ne dedi?
“Gidiniz hepiniz serbestsiniz” dedi.
Resulüllah’ın hayatından çarpıcı bir örnek daha vereyim. Bir gün ashaptan bir seriye hareketlerinden şüphelendiği birini yakalar, Medine’ye getirirler. Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem onu görür görmez tanır; bu Yemame reisi Sümame bin Usal’dır, der. (Sümame müthiş bir İslam düşmanı idi) Allah Resulü sallellahu aleyhi vesellem onu mescitte bir sütuna bağlatır ve her namazdan sonra yanına gelir, onu İslam’a davet eder. Sümame ise iman etmeyi reddeder. Üçüncü gün Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem onun bağlarını çözer, serbest bırakır.
Sümame ise, elini kolunu sallayarak Medine’nin dışına çıktıktan bir müddet sonra, tekrar geri döner ve kelime-i şehadet getirerek Müslümanlığını açıklar. Niçin böyle yaptığı kendisine sorulunca, iki sebepten dolayı böyle yaptığını söyler: “Bir, Resulüllah’ın merhamet ve adaletini görmek, ki korkudan değil, irademle Müslüman olduğumu göstermek için” diye cevap verir.
Sonra Sümame, niyet ettiği Umresini tamamlamak üzere Mekke yolunu tutar ve “telbiye” getirerek Mekke’ye girer. Umresini eda ettikten sonra orada da Müslümanlığını açıklar ve o günden sonra Yemame’den Mekke’ye tahıl ihracatını kesmekle Kureyş’i tehdit eder ve dediğini aynen yapar. Bunun üzerine Kureyş büyük bir sıkıntıya girer.
Alicenap insanların yanında iyiliğin karşılığı ancak iyiliktir. İyilik ve affetmek bir ihsandır, ihsan gören insan, ihsan gördüğü ele köle olur. Düşmanlığı dostluğa, öfkeyi, nefreti muhabbete dönüştürür. Bakınız Allah (cc), bu konuda ne buyurur:
“İyilikle kötülük bir olmaz, Sen kötülüğü en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Hukuken kötülüğün cezası, misliyle kısas yapmaktır. Ama davette iyilik ile defetmektir. Şu halde davetçi kötülüğe kötülükle değil, onun kapısını ebediyen kapatmak üzere iyilikle karşılık vererek önler. Şu dünyada kısasın acısı unutulmadığı gibi, iyiliğin ve ihsanın da tadı hiçbir zaman unutulmaz.
İyiliğin etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz. Bunların ne değerleri ne de sonuçları bir olur. İnsanların kötülüklerine karşı sabır göstermek, hoşgörülü davranmak, nefsin isteklerinin üstüne çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır, yatıştırır, onlara güven duygusunu verir. Düşmanlığı dostluğa, öfkeyi muhabbete ve serkeşliği uysallığa dönüştürür.
Bazen güzel bir söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş, öfkeli ve gururlu kişinin yüzünde beliren tatlı bir tebessüme, heyecanı gideren serinkanlılığa dönüşebilir. İşte o zaman düşmanlık yerini samimi bir dostluğa, hatta kendisini savunan bir hamiliğe bırakabilir.
Şu da var ki, böyle bir hoşgörü, kötülükle karşılık vermeye gücü yettiği halde hoşgörülü davranmayı, şefkat göstermeyi tercih eden büyük bir kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken etkiyi gösterebilmesi için böyle bir güce sahip bulunmak zorundadır. Ta ki kötülük yapan kişi bu iyiliğin zayıflıktan değil, alicenaplıktan kaynaklandığını anlasın.
Nitekim Hz. Ali (kv), bir gün harp meydanında çok güçlü bir müşriki yere yıkıp kafasını kesmeye çalışırken, müşrik onun yüzüne tükürük atar. Hz. Ali birden onu bırakıp ayağa kalkar. Müşrik bunun karşısında şaşırır, niçin böyle yaptığını sorunca Hz. Ali: “benim seni öldürmekten amacım Allah’ın rızasını kazanmaktı, ne zamanki yüzüme tükürük attın, nefsim devreye girdi. Eğer seni öldürseydim öfkemden dolayı öldürmüş olurdum, bunun için öldürmekten vazgeçtim” der.
Bunun üzerine müşrik, daha da şaşırır; vallahi ben tükürüğü senin yüzüne attım ki, biraz daha öfkelenesin ve bir çırpıda kafamı kesesin ki, daha fazla can çekişmeden öleyim. Ama görüyorum ki, senin gayen başkaymış, artık inanıyorum ki, senin dinin haktır, deyip orada kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur.
Demek ki bu alicenaplığın bir de şartı ve zamanı vardır. O da yukarıdaki tüm örneklerde görüldüğü gibi, düşmanı mağlup ederek ona tam bir hâkimiyet sağladıktan sonra, sırf Allah rızasını kazanmak için bu iş yapılır. Şayet karşıdaki, senin zayıf olduğun için böyle davrandığını bilse meseleye böyle bakmaz. Buna saygı göstermez, yapılan iyiliğin de hiçbir yararı olmaz.
Sonuç olarak yukarıda verdiğimiz örnekler Müslümanların hâkim olduğu dönemler için geçerlidir. İçinde yaşadığımız dünyada şartlar hep Müslümanların aleyhine işlerken, zalimler hakkında böyle bir şey düşünülemez. Tıpkı Resulüllah sallellahu aleyhi vesellemin Mekke’de iken takındığı tavır gibi! Ama Medine döneminde sayısızca örneklerle bunu yaptığını görmekteyiz.
Ancak Müslümanların kendi aralarında öncelikle bunu yapmaları gerekir. Bugün her zamankinden daha çok Müslümanların birbirlerini affetmeye, aralarında umumi bir barış tesis etmeye ve birbirleriyle muhabbet etmeye ihtiyaçları vardır. Hatta bütün küfür dünyası onlara düşman kesilmişken, onların birbirlerinin bazı hatalarını görmezlikten gelmeleri gerekir. Nitekim efendimiz ve yegâne önderimiz sallellahu aleyhi vesellem bize böyle tavsiyede bulunmaktadır:
“Elinizden geldiğince Müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Bir yöneticinin afta hata etmesi cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir.” (Ahmed b. Hanbel, V 160)
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.