Faruk KILIMAN
Aleyhinize Olsa Bile!
“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabalarınızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Nisa, 135)
Bu ayet o kadar mükemmel bir ayettir ki; ırk, dil, meşrep, mezhep ve hatta din ayırt etmeksizin nasıl bir adalet üzere şahitlik etmemiz gerektiğini vurgulayarak, ayetin birinci muhatabı “İman edenler” olmasına rağmen Müslüman olmayan tüm milletleri etkisi altına almayı başarmıştır.
Yıllar önce bir haber ajansında veya gazete köşesinde denk gelmiştim. ABD’de bulunan ve dünyanın en iyi üniversitelerinden olan Harward Üniversitesi’nin duvarlarına bu ayet asılmıştı. Haber İlgimi çekmekle birlikte, iman edenlerin omuzlarındaki yükün ne kadar da ağır olduğunu bir kez daha anlamıştım.
İzleniyoruz ve araştırılıyoruz. Kimi Kur’an-ı Kerim üzerinden bizi ve inancımızı okuyor, kimi de bizler üzerinden kitabı ve inancımızı. Dünyaca ünlü İngiliz müzisyen Yusuf İslam(Cat Stevens); “Müslümanları görseydim, Müslüman olmazdım. İyi ki İslam'ı Kur’an’dan öğrenmişim…” demişti. Gerçekten işimiz zor! İmar ettiklerimiz ödülsüz kalmayacağı gibi tahrip ettiklerimiz de faturasız ve cezasız kalmayacaktır. Bu yüzden; aleyhinize de olsa “Adalet” ve “Hakkaniyet” esaslı bir duruş şart.
Yani sonuç odaklı, çıkar kayıp odaklı, kar zarar odaklı, maslahat ve menfaat odaklı değil; bunu konjonktür ve hikmet edebiyatları ile meşrulaştırarak hiç değil… Zararımıza olsa da, yıkılsak da, atomlara ayrılsak da ancak ve ancak temsili bir duruş sergilemeliyiz. Belki de “Ashab-ı Uhdud” meselesi bunun için anlatılmıştır.
Öyle değil mi? İnancımız ve davamız; şirketler kurmak, derneklerimizi çoğaltmak, daha çok kişi kazanmak adına ödünler vermek, koltuklar çoğaltmak mıdır? Yoksa “Eğer yüz çevirirlerse (bilesin ki), biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir.”(Şura, 48) düsturu gereği sadece duruş sergilemek ve hak adına şahitlik yapmak mıdır? Sonuç odaklı hareket ile duruş odaklı hareket arasında fark vardır. Sonuç odaklı harekette bir sonuca varmak için her yol mubah bir hal alabilir. Bu da ilkelerden taviz vermeyi doğurur ve zamanla davanın adı kalsa da kendisinden eser kalmaz(birçok yerde şahit olduğumuz gibi); ama duruş odaklı bir harekette ilkeler ve prensipler, dolayısı ile davanın kendisi koruma altına alınarak hareket edilir ve sonuçlar, sonuçların sahibi olan Allah’ın takdirine bırakılır.
Bugün Müslümanların en büyük imtihanlarından birisi de budur. Galip Erdem’in; “Bizler davayı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin bir zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama küçük(!) bir noksanımız olduğunu fark ettik: “Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk! Meğer biz davayı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız.” sözleri gerçekten meselenin anlaşılması açısından çok manidardır.
Neyse asıl meselemize dönecek olursak; eğer davamız adına aleyhimize de olsa duruşumuzu muhafaza edebilirsek o zaman davamızı muhafaza etmiş ve insanları daha çok etkilemiş oluruz. Allah’ın Resulü(a.s.v)’nün Müslümanların haksız olduğu durumlarda Yahudilere bile hak verdiğini ve kızını dahi cezalandırmaktan geri durmayacağını, Hz. Ömer(r.a)’in herkesin içinde oğluna kendi eliyle ceza verdiğini vb. nice durumlarda; adaletin, davanın ve duruşun önemini okuyup duruyoruz. Hatta bunun sonucunda tribünlerdeki ve sahadaki muhalifler düşmanlık yapsalar dahi, alkışlar eşliğinde; “İşte hak din budur! Ve bunlar da bu dinin hakiki temsilcileridir.” Demekten kendilerini alamamışlardır.
Yahudilerin bile adaletini alkışladığı bir peygamberin varislerinin de alkışlanması gerekmez mi? Öyleyse her dile getirilen şeyi, nasılsa muhalifler dile getiriyor ve bu yüzden susalım veya safımızı belirleyip hemen tavır alalım refleksinden vazgeçmemiz, eğer varsa bir eksiğimiz aleyhimize de olsa eyvallah etmeyi de bilmemiz lazım… Aksi takdirde etrafa çok da iyi bir imtihan verdiğimiz söylenemez.
Selam ve dua ile
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.