Mehmet Güven ÖZER
Allah inancının ağır bedeli
Meğer Allah'a inanmak etin demire direnmesiymiş. Yağsız demir kapıların her açılışında insanın bacaklarını karnına çekip, içe doğru büzülmesiymiş. Biz bilememişiz.
Meğer Allah'a inanmak yer çekimini tersine zorlamakmış. Ağacın baltaya direnmesiymiş. Sonradan öğrendik.
Şimdi tüm fizikçiler toplansa, Filistin askısındaki kişinin yere doğru çekim kuvvetini hesaplayabilirler mi? Edison insan vücuduna verilen elektriğin kaç ampulü yakabileceğini bilebilir mi? Ya da Einstein (Aynştayn) falakaya yatırılan kişinin ayak tabanlarına vurulan jopun vuruş kuvvetini veya ayakların direncini dört işlemi kullanıp, bir sonuca ulaşabilir mi?
Aslında bu işlerin ehilleri, bilimsel buluşlarda da hep boşa güreşiyorlar. İki dolap arasına sıkıştırılan insanın, kaburga kemiklerinin nasıl da kırılmadan iç içe geçivereceğini hemencecik hesaplamışlar. Falakadan sonra ayakların şişmemesi için ilaçlı bir suda dans edilmesi gerekiyormuş. Veya ellere hızlıca vurulan jopun ardından büzülen insan avuçlarının, tekrar açılması ve ikinci darbeye hazır olması için; ellerin bir sopa üzerinde sağa sola hareket ettirilerek, üzerine su dökülmesi gerekiyormuş. Koltuk altlarına sıkıştırılan buzun erimemesi için keçe ile sarılması lazımmış.
Yapılan bilimsel çalışmalar sayesinde, acının tekrar tekrar yaşatılması için, duyarsızlaşan insan etini duyarlı hale getirme yöntemlerini ortaya koymuş durumdadırlar. Kaç voltajlık elektrik şokunun insanı öldürmeyeceği ama acı çektireceğinin farkındalığının keşfini yapmış durumdalar. Her elektrik şokunun ardından, insana su içirilip içirilmeyeceğinin faydası ve zararını da hesaplamışlar. En acısı insan anüsüne jopla tecavüzün yöntem ve yollarını hemencecik buluvermişler.
Ha bir de karşıdakine acımamak için, acıyla imtihan edilenin gözlerinin bağlı olması gerekiyormuş. Çünkü acı çeken göze temas ederse karşı göz, gözlerden kalbe karşılıklı bir sinyal geçebiliyormuş. Böyle bir durumda “Alın bunu götürün, bana da bir sigara getirin” diye olumsuz bir durumla karşı karşıya kalınabiliyormuş. Onun için gözler sıkıca bağlanmalıymış.
Sonra acının elbise engeline takılmaması için, muhatabın çırılçıplak soyundurulması şartmış. Vurulan her darbe direkmen tene değmeliymiş. Arada kumaş, yün, keçe türü şeyler olmamalıymış. Buz gibi soğuk suyun etkisi ancak tazyikli olduğu zaman insana boğulma hissi veriyormuş.
Tabi güzel şeyler de var. Hücrenin mazgal kapısı açıldığında bir parça ekmek fırlatılır. Ölmemek güzel. Yaşama tutunmak, bir parça somun ekmek sayesinde. Sonra plastik bardaklarda su servisi de var hani. Yine ölmemek güzel. Yine bir bardak su sayesinde. Allah var, her tuvalet ihtiyacında, birkaç tekme, birkaç şaplak karşılığında götürülüyor kişi. Abdest almak için izin istendiğinde lavabo aynasına bakmama şartı var. Çünkü aynadan bakıldığında arkadaki aynasız görülebiliyor.
Dedim ya güzel şeyler sonradan da devam ediyor. Mesela mahkemeye çıkmak işkencenin azalması anlamına geliyor. Cezaevi nispeten rahat. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi. Görüş günlerinde aradaki cama karşın eşini, çocuklarını, anne, babanı, kardeşlerini, sevdiklerini görebiliyorsun. Ellerini uzattığında aradaki cama rağmen oğlun ve kızının başını okşayabiliyorsun. Aradaki kalın cama rağmen. Evden getirilen dolmaları yiyebiliyorsun. Pastaların altına konulan mektupları okuyabiliyorsun. Gözyaşı nemini taşıyan kâğıda gözyaşlarını damlatabiliyorsun.
Birilerinin bu ülkenin Güneydoğusunda yaşayan ve adına Hizbullah, Mustazaflar, Hüda-Par, hangi ismi verirseniz verin, bu camianın fertlerini dinlemesi gerekiyor. Allah'a iman etmenin ne kadar ağır bedellerinin olduğu bu şekilde daha iyi anlaşılmış olur. Bence ellerinde medya imkânı bulunanlar acele etmeliler. Çünkü yaşananların kayıt altına alınması gerekiyor. Bunca yaşanmışlıkların yeni nesillere aktarılması elzemdir.
Şunu hatırlatmakta fayda var. Bu camianın fertleri çektikleri çileleri anlatma hususunda çok ketum davranırlar. Edeplerinden, daha doğrusu mütevaziliklerinden dolayı, Allah için çektikleri çileleri dile getirmekten hayâ ederler. Onları konuşturmak hayli zahmetli olabilir. Ama olsun, sonuçta sahabeler de çektiklerini anlatmıyor muydu?
Hatta yaşananların kitap, tiyatro ve sinema filmlerine konu edinmesi gerektiği kanaatindeyim. 1990 ve 2000 sürecini yaşayan camia mensupları hayattayken, anılarını dinlemek gerekiyor. Allah kendilerine uzun ömür versin. Ama her birisinin vefatı bir tarihin göçmesi gibi olacaktır.
Bu nedenle acele edelim diyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.