Bir Çiçektir Getiren, Tüm Azade Günleri…
Kapının paslı kilidi gürültüyle açıldı. Sessizliği yüreğinden yakaladı tertipsiz didişmeler. Baba, dükkandan bozma eve elinde birkaç poşet eşliğinde girdi.
Hicri 1419 Ramazan
Kapının paslı kilidi gürültüyle açıldı. Sessizliği yüreğinden yakaladı tertipsiz didişmeler. Baba, dükkandan bozma eve elinde birkaç poşet eşliğinde girdi. Hummalı bir koşturmaca evde hakim düzendi. Kalabalığı erken dönemde adet edinen bir takım aileler her geçen yıl büyüyordu. Yaşanan bu nüfus yoğunluğu içinde evlerin kişi başına düşen milli geliri küçülüyor ve hayat daha dar bir alanda kısa paslaşmalarla sürüp gidiyordu.
“Akşama Diyadin çocuklarla iftara gelecek” dedi baba, “Eksik bir şey var mı?”
Anne, misafir telaşesi ve çocuk kalabalığı içinde sağa sola baktı. Eksik bir şey şimdilik görünmüyordu.
Baba misafir odasında çalan eski marş kasetlerinin sesini duydu. İçeri girince çocuklar hızlıca toparlandı. Ellerinde birer sarı kitapçık, okumayı yeni sökmüş olmanın yeni yetme düşünce özgürlüğü içinde Hazreti İbrahim’in hayatını okuyor, Nemrut’a kızıyorlardı.
Baba, ciddiyetli tavrıyla, “Kısın şu teybin sesini! Her yerden duyuluyor sesi!”
Çocuklar hemen teybe koşup sesini kısmayı düşünmeden kapattılar. Güçlü baba figürleri çocuklar üzerinde itaati bir yarışa dönüştürüyordu fakat; bu yarış adı konulmamış gayri nizami bir usulde yaşanmaktaydı.
Baba odadan çıktı ve salon olarak kullandıkları odaya geçerek televizyon karşısına kurulup ajansları dinlemeye başladı. Baba, olası bir dünya savaşının her dakika kopabileceği ihtimalini hiçbir zaman aklından çıkarmıyordu. Yıllardır etrafındaki herkese bu savaşın bugün yarın çıkacağını söyler dururdu. Nitekim coğrafyada vuku bulan her kargaşa ve işgalde haklı çıktığını söylemeyi ihmal etmezdi. Aslında çoğunlukla haklı da çıkardı.
Yılın bu saatinde insanın kemiklerini üşüten bir soğuk vardı dışarda. Akşam iftara az bir zaman kala Diyadin çıkageldi. Boyaları dökülen, çatısı damlayan bu eski ev; misafir ile şimdi şen şakrak oluvermişti. Muhabbet doludizgin, bekleyişler keyfekederdi. Yanında çocukları ve eşiyle birlikte gelen Diyadin, geceyi misafir hanesinde geçirecek; sabah ezanı ile yeniden memlekete dönecekti. Ağır hastaları vardı, onun için gelmişti.
Yemekler konuldu, sofra hazırlandı. Bir iftar çadırı yoğunluğunda, yoksul bir ev sahipliğinin sadelikle bezeli uçsuz bucaksız gönül genişliğinde yemek faslı bitti. Demli kaçak çayın hayatın tüm konularıyla tartışmasız uyumluluğu, Mezopotamya’ya herhangi bir vesileyle şahit olmuş, suyunu değil; kaçak çayını içmiş herkesler tarafından bilinirdi.
Erkekler misafir odasında çayın iştirakiyle koyu bir muhabbete daldılar. Baba siyaset konuşmaktan acayip keyif alıyordu. Diyadin yaşça babadan büyüktü ve baba bu nedenle ona karşı her zaman saygılı bir tavır içindeydi. Diyadin etrafına baktı; genç dimağlar, berrak zihinler gözlerinin içine bakıyorlardı. Bu kıymetli Ramazan akşamında gecikmeden teravihler kılındı. Sonra çaylar gidip gelmeye süratle devam etti.
Diyadin sordu, “Çocuklar oruç tutuyor mu?”
Baba, “Hepsi tutuyor. Küçüğe tutma diyoruz, ağabeylerine bakıyor, o da tutuyor…”
Diyadin bıyık altından ince bir tebessümde bulundu. “Orucu bozan şeyleri de biliyorlar o zaman…” Evin büyük çocuğu Nuri girdi araya, “Orucun nasıl tutulacağını biliyoruz, ama anlamadığım bir şey var. Fakirlerin halini anlamak için oruç tutuyorsa Müslümanlar; bizim zaten yoksul bir hayatımız var. Biz kimin halini anlamak için oruç tutuyoruz? Bizden daha yoksul olanların mı?”
Diyadin’in tebessümü yüzünde çoğaldı. Keskin bakışlarıyla babaya döndü, “Maşallah, zehir bu çocuk...” dedi.
Sonra yüzünü çocuklara döndü. Her biri misafir odasının minderli köşelerinden birine sinmişti. Çaydan bir yudum aldı, biraz bekledi. Sonra konuşmaya başladı:
“İnsanın her ibadeti, Allah’a yaklaşmak için atılmış bir adımdır. Elbette ibadetlerin sayısız hikmetleri vardır. Zira her ibadetin en temel maksadı tekamüle hazır olmaktır. Tüm ibadetlerimiz, hayat ve ölümümüz bu dünyada sadece Allah’a muhtaç olduğumuzu söylemeli. Oruç böyledir, namaz böyledir, sadaka böyledir, cihat böyledir. Evet, yoksulun halini anlamak büyük bir erdemdir. Orucun da bir hikmetidir. Ama esas gaye Allah’tır, Allah’ın razı olduğu mertebeye ulaşmak, bizi dünyaya bağlayarak ayağımıza zincir vuran her şeyden azade olmakla mümkündür.”
Baba araya girdi, “Peki, insan yaşamak için bunca şeye muhtaç değil mi? Başını sokacak bir ev, mutlu olacağı bir aile, hayatını daha kolay sürdürebileceği iyi bir meslek ve dolgun bir maaş… İnsanın bunlara ihtiyacı yok mu?”
Diyadin, yüzünü amcaoğluna döndü. Çocuklar sükunet içinde dinliyorlardı. Diyadin, “Evet, insanın ihtiyacı bunlar. Ama insanın esas meselesi bunlar değil. İkisini ayırt edelim. Hepsi birer araç, hepsi hakikat karşısında yalnızca birer vesaire. İşte gaflet, bu bahsettiklerin arasında kaybolarak esas meseleyi ıskalamaktır. İnsan bu alemde yalnızca Allah’a muhtaçtır. Yemekten, sudan ve dahi hayatın kendisinden daha çok Hakk’a muhtaçtır.”
Baba, Diyadin’e baktı. Bakışı bir merak unsuru olarak duruyordu misafir odasının orta yerinde. Diyadin, söylediği şeyi açma ihtiyacı hissetti:
“Yeryüzünde fesat çıkaran, mütekebbir oluşumlar insanları her zaman zaaflarından kavrar ve insan genel olarak zaaflarının esiridir. Nefs-i mutmainne sahipleri ise bundan müstesnadır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle ve yarın da böyle olacak. Aç kalma korkusu büyük bir zaaftır, insanı helak edebilir. Açlık korkusu gibi zayıflıklardan kurtulmak, tekamülümüzün yol haritasını önümüze koyar. Ramazan ayında oruç tutmak aç kalmayı öğrenerek zaaflarımızı törpülemeyi öğretir ve kimse bizi açlıkla ve yoksullukla tehdit ederek korkutamaz.
Ölüm ise ortalama insanın yeryüzündeki en büyük korkusudur. Ölüm korkusu da insan için bir zaaftır ve nefs-i emmareye yenilginin başlıca sebeplerindendir. Deşt-i Kerbela’da Hazreti Hüseyin Efendimiz, o aşura gününde bize hayattan daha kıymetli bir ders vermiştir. İzzetli bir ölümün, zilletli bir yaşamdan daha yüce olduğunu; hakikat ve adalet için mücadele etmenin yaşamaktan daha üstün olduğunu, kanın kılıçtan keskin, hakikatin sahtekarlıktan daha berrak olduğunu kıyamı ve dökülen kanı eşliğinde tarihin ve insanlığın kalbine mühürlemiştir.
İnsan, Allah’ın razı olduğu kul olmak için bütün korkuların kulluğundan kalbini, zihnini ve yaşadığı toplumu kurtarmalıdır. Başta söylediğim gibi önce ruhumuzdaki ve sonra ayağımızdaki zincirlerden kurtulmak ve azade günlere kavuşmak için, tüm esaretlerden kurtulmak için, Müslümanları bu ölümcül kışların mağmum korkularından kurtarmak ve en taze baharların topraklarımızda açması için lazım olan, bu bahara cemre olup düşecek bir tohum, toprağın çatlayan rahminden tezahür edecek bir çiçektir…”
Çocuklar çiçek desenli minderlerde bağdaş kurmuş, konuşulanları sessizce dinliyordu. Diyadin çocukların meraklı yüzünde yeni anlamlar aradı. Konuşulanları anlayıp anlamadıklarını merak etmişti. Çocuklar babalarının yanında pek konuşmazdı. Yine öyle oldu. Baba demliği almak için Nuri’yi içeri yolladı. Konu konuyu açtı, eskiler konuşuldu. Sahura kadar devam eden sohbetin ardından, sabah namazı kılındı. Diyadin ailesiyle birlikte memlekete dönmek için “Allah’a ısmarladık…” deyip memlekete dönmek için ayrıldı. O geceyi çocuklar, hiçbir zaman unutulmadı.
Orhan Özsoy
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.