Mehmet İkbal ATAK
Bir Musibet… Bin Nasihat!
Ne “Karanlık Oda”ların mahzenlerinde pişirilen senaryolar…
Ne “Ulusal”cı geçinenlerin devrim naraları…
Ne “Halk”çı geçinen stüdyolardan yapılan ajitatif yayınlar…
Ne sokakları gümbürtüye boğan “Mustafa Kemal’in askerleri”…
Ne meseleyi gurur haline getiren “Kahraman Türk Polisi”…
Ne de emir komuta zincirinde önce “erat”lık oynayan ardından “firar” eden medya!
Hayır hayır, bunlar zaten yeterince irdelendi. Kim nedir, neyin peşinde, sokaklara yansıyan “gaz sıkışması” ya da polisin cömertçe açtığı gaz vanaları ardındaki gerçekler zaten belli. Bunları irdelemek sadece malumun ilamı! Yıllardır zaten herkesin, her kesimin “kirli çamaşırları”na kadar en mahrem işleri, ilişkileri hep vitrinlerde sergilenmiyor muydu?
Hiç kimse kalkıp fantastik manşetlerle, esrarengiz ifşaatlarla Gezi mucitliğine, Park kâşifliğine, insanlık düşmanlığından ağaç sevdası devşirme peşine düşmesin. Aynaya bakan herkes, suratının gerçek rengini görür zaten. Ağaç sevgisiyle kamufle edilen elitlik ideolojisi ulusalcılık da, diktatörlük söylemine sarılan Kemalizm de, muktedirlik kibrine saplanmış iktidarın hali de ortada!
Ayyaşlık psikolojisi ile devletleşen iktidar kibrinin sokaklara yansıyan çatışma karelerini izledik durduk.
Devrim diye ortaya çıkanlar sağ olsaydı en başta “Kapital”ini yakmakla işe başlayacak Marx’a inat, burjuva kesiminden, zengin mahallelerden, gündüzünü uykuda geçirirken gecelerini önce AVM’lerde, ilerleyen saatlerde ise Cafe veya barlarda geçirenlerin; Kenar mahallelerin itilmişliğinden iktidara yürüyen siyasal kadroların devletleşirken böbürlenen, mazlumların sesi sloganından maldarların hissiyatına kayan zeminlerinin çatışmacı hikâyesini seyrettik sadece.
Tüm bunlar arasında bir musibetin bin nasihate bedel olduğu düşüncesi, en fazla irdelenmesi gereken husus olsa gerek.
Evet, geçmişten miras kalan İslami ritüellerini artık gerekmedikçe arka ceplerinde saklamayı yeğleyen bir siyasal iktidar anlayışıyla baş başayız. Kenar mahallelerden, Müslüman halkın içinden çıkarken önleri kesilmek uğruna itilip kalkılan, hor görülen, artık muhtar bile olamaz denilenlerin iktidar oldukları bir dönemdeyiz. Hak dediler, hukuk dediler, adalet dediler, kalkınma dediler. Bu vaatlerle iktidara geldiler. Üstelik iktidar yürüyüşlerinde bizlerin, ana babalarımızın hayır dualarının hırsızlığından da geri durmadılar.
Kim bilebilirdi ki dua eden anne-babalarımız, gün gelir beddua için ellerini semaya kaldıracaklardı.
Rana Teyze’yi bilirsiniz. Yok yere uzun diyarlara sürgün edilen cezaevindeki İhsan’ını görmek için yatalak haliyle iktidardaki Müslüman zevata nasıl seslendiğini de... Yaşlıydı, kanser hastasıydı. Ne olur, İhsan’ımı Diyarbakır’a geri getirin diye adeta yalvarıyordu. Ahirette iki elim yakanızda diyordu. Allah’tan korkun diyordu. Ama ne çare! Evlat hasretiyle ahirete göç ederken Rana Teyze’in şu sözü hâlâ kulaklarımızda çınlamaktaydı: “Ahirette iki elim Erdoğan ile Abdullah Gül’ün yakasında olacak!”
Ergenekon’a, ayyaşlara, ayyaş torunlarına verilen taziye izinleri nedense İhsan’dan esirgenmişti. Annesinin mezarını dahi görmesine izin verilmeyen İhsan, İhsanlar… Umarım gecenin geç saatlerinde, Rabbleriyle baş başa kalırlarken Ya Rabbi… diye başlayan dualarında mağrurluğunuzu, tek amaç edindiğiniz iktidar gücünüzü Allah’a şikayet etmemişlerdir!
Sadece Rana teyze mi? Adıyaman’dan Mustafa’sını görmek için vicdanlara seslenen Fatma teyze… Van’dan oğul hasretiyle yüreği yanan Piruze Teyze… Yaşlıydılar, hastaydılar. Uzak diyarlara 45 dakikalık görüşme için yol alacak mecalleri de yoktu. Günlerce iktidarın vicdanına seslendiler, ama ne fayda!
Bir Cahid Durmaz vardı. Cezaevindeyken kanser belasına yakalanmıştı. Eridi eridi, en son da bir deri bir kemik kalan cansız bedeni dışarı çıkabilmişti. Nice Müslüman şahsiyetler hayır kurumlarında ömür tüketirken, Müslümanların dertleriyle dertlenirken bir de ne görsünler!
Bir şafak vakti polis baskını… Uzun uzadıya yazılan ibretlik iddianameler... Abdestli-namazlı yargıç hazretlerinin bastığı cezalar... Gerekçe mi? Neler yoktu ki:
Fakirlere yardım dağıtmak, Filistinliler için yardım toplamak, gıyabi cenaze namazı kılmak, öğrenci evine yardımda bulunmak, Kutlu Doğum etkinliğine katılmak, İslami derneklere gitmek, hayır kermesleri düzenlemek…
Ticaret yapmak, gazetede yazı yazmak, basın açıklaması yapmak…
Evet, tüm bunlar, yandaşa, candaşa, koldaşa, yoldaşa, rantdaşa serbest iken söz konusu Mustaz’aflar olunca hukuk rafa kaldırılıyor, en adil hâkimler bile fanatik amigolara dönüşüyordu.
‘Kalkınma’sı ağır basan iktidar, ne yazık ki ‘Adalet’te battıkça batıyordu. Meğer iktidar zehri, ‘Adalet’i ‘Kalkınma’dan ibaret biliyordu.
dahi reddetmekten hayâ ettiği mazlumun feryadı, nedense iktidar erkinin katında hiçbir anlam ifade etmiyordu. Hangi suçtan dolayı komplolara kurban edildiler, tutuklandılar, ağır cezalara çarptırıldılar soruları artık iktidar nezdinde hiçbir anlam ifade etmiyordu, etmiyor da!
Mazlumun sesi olmaya gelen iktidar, artık mağrurların soluğuyla yol alıyordu. Van’da Muğlalı ismini kaldırırken Roboski’de Muğlalı’nın hatırasına yeni hatıralar ekliyordu.
İslam dünyasıyla bütünleşmeyi “Stratejik derinlik”e kurban etmekle kalmayan iktidar, içerde “Stratejik Sığlık”ın en tipik politikasını yürütüyordu. “Anne” derken bunca yaşına aldırmadan gözyaşları akıtan bir başbakan profili vardı karşımızda. Ama başörtülü okula giden çocuklardan dolayı annelerin sanık sandalyesine oturmaları hatta hapis cezalarına çarptırılmaları da yine bu iktidara nasip olmuştu.
Bir uyarı, bir tokattır bugün sokaklara yansıyan. Bin nasihattan anlamayan bir iktidar, umarız bir musibetle kendine gelir. Vakar iyidir, ama kibir derecesine yükselirse enseye inecek bir şefkat tokadı da kaçınılmaz olur. “Toplumsal mutabakat” diye şımarık zümrenin her türlü ihtiraslarını dikkate alan bir iktidar, mazlumların ahını muhterisler için meşruiyet zemini olarak kullanıyorsa ilahi bir uyarıyı, semavi bir tokadı hak ediyor demektir.
Yoksa “özgürlük, devrim” sloganları, militarist, tek tipçi, kafatasçı, yasakçı zihniyetin neyine!
Açlık ve sefaletin sembolü olan “Tencere-tava”lı eylem, lüks içerisinde debelenen aristokrat sınıfının neyine!
“Devrim-özgürlük” naraları, başörtüsü görünce kızgın boğalara dönüşen tescilli faşistlerin neyine!
İnsana değer biçmeyen zihniyetin, gölgelerini şişelerle donattığı ağaç sevgisi bunların neyine!
“Diktatöryal kapitalizm” karşıtlığı, hayatları WC-Cafe-AVM üçgeninde geçen yeni nesil lümpenizmin neyine!
“Özgürlük”, camileri kirletirlerken atalarından rol çalan ayyaşların torunlarının neyine!
Tahammülsüzler, “Özgürlük” deyip sokaklara dökülüyorlarsa…
Aristokrasinin merkezleri olan Bebek, Etiler, Cihangir, Kadıköy gibi yerlerden “Tencere-Tava” armonisi yükseliyorsa…
Taksim-İstiklal güzergâhında sabahlara kadar içki denizinde yüzülüyorsa…
Ve tüm bunları yapanlar “Özgürlük ve devrim” çağrısı yapıyorlarsa…
Ya devrimler sosyolojisinde bariz bir “Eksen kayması” söz konusu…
Ya da başka şeyler aramak, istifa naralarına hedef olan hükümeti mercek altına almak, koltuk kibrinin ve iktidar mağrurluğunun zemininde iz sürmek belki daha mantıklı olacaktır.
Binlerce nasihati “Brütüslerinin” hatırına görmezden gelen iktidar, umarız ki sırtındaki bıçağın farkına varmıştır. Bin nasihatten nasip almayan hükümet, umarız bir musibetle kendine gelmeyi deneyecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.