Mehmet İkbal ATAK
ÇÖZÜM PROJESİNİN ŞİFRELERİ
Çözüm projesi kapsamında belki de çoğumuzun beklemediği çok hızlı gelişmeler oluyor. Yaşanacak gelişmeler, tarafların açıklamalarından ziyade basına yansıtılan “öngörüler” çerçevesinde cereyan ediyor.
Ülkenin kaymağını yiyen, üniterlikle beliren baskıcı düzenin nimetlerine gark olan belli bir kesimden başka da hiç kimse, sonu süresiz çatışmasızlıkla sonuçlanacak sürece itiraz etmiyor.
Elbette sürece her ne olursa olsun itiraz edenler ile sürecin nasıl şekilleneceğine dair çekince veya endişelerini dile getirenlerin tavrının birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Her hâlükârda çatışma ortamından beslenerek varlıklarını idame ettirenlerin isyanlarını anlamak mümkündür. Çünkü üzerinde hayat buldukları temel zemin erozyona uğruyor.
Ama sürecin geleceğine dair doyurucu hiçbir açıklamanın yapılmaması, düzene de PKK’ye de kuşku ile yaklaşanların kafasında “Acaba?” işaretlerinin yer bulmasına yol açıyor.
Ezcümle, kan ve şiddet politikalarının son bulması herkesin ortak arzusu iken bunun üzerinden oluşacak şekillenmenin belirsiz bırakılması, “Ama!” ile başlayan endişeleri ortaya çıkarıyor.
NEYİN KARŞILIĞINDA?..
Peki ama, neler oluyor, ya da neler olacak? Hükümet kanadının açıklamaları, PKK militanlarının silah bırakacağı ve şiddet ortamının son bulacağı sözlerinden öteye gitmiyor. Bunu, kamuoyunu hazırlama noktasında anlamak mümkündür, ama bu, “neyin karşılığında?” sorusuna cevap teşkil edemiyor.
Süreci anlama noktasında İmralı’ya kulak kesilenlerinse kimisi küçük dilini yutuyor, kimisi ise İmralı penceresinden “Stratejik Derinlik”in ayak izlerine ulaşıyor.
‘FELSEFİ DERİNLİK’TEN ‘STRATEJİK DERİNLİK’ ÇIKTI!
“Sızdırılan” İmralı zabıtlarından yola çıkılarak sürecin geleceğine şekil tayin etmek isteyenler oldu. Ancak Öcalan’ın Newroz mesajıyla adeta ters köşe oldular. Newroz mesajında alışılageldiği üzere Öcalan’ın “Felsefi Derinlik”le başlayan malum paradigması gitmiş, Türkiye’nin bölgesel politikasının dayandırıldığı “Stratejik Derinlik” paradigmasına dönüşüvermişti. Bu nedenle de Öcalan’ın mesajını yorumlamak yerine, kimlerin yazdığı ya da hangi politik kurama tekabul ettiği yönüyle tartışılmaya başlandı.
Doğal olarak süreci anlama noktasında zihin yoranlar, İmralı’dan umut keserken yeniden hükümetin Kürt meselesini de kapsayan bölgesel vizyonunu anlama noktasına dönüş yaptılar. Haksız da sayılmazlardı aslında. Sürecin önemli bir aktörü olarak Öcalan bile yeni paradigmasını hükümeti oluşturan kadroların geleceğe dair öngörüleri ile tebdil etmişse, bu noktada sürecin geleceğini anlamada Öcalan’ı izlemenin pek de faydası olmayacaktı.
İMRALI’YA İLGİ, “İKİNCİ CUMHURİYET TARTIŞMALARI”NA YÖNELDİ
Bugünlerde “İkinci Cumhuriyet tartışmaları” ya da “Neo-Osmanlıcılık” tartışmalarına projektör tutan bir tutumun olduğunu fark ediyorsunuzdur. Bu tutumun medyanın yeniden ilgi alanına dönüşmüş olması, süreci anlama noktasında Öcalan’dan umutlarını kesenlerin hükümetin zihinsel ve politik düşüncesinin arka planına yönelmelerinden kaynaklanmıştır.
28 Aralık 2010’da meclis grubunda konuşan Selahattin Demirtaş, eline aldığı “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları” kitabını sallarken kitapta yer alan dönemin Refah Partisi İstanbul İl Başkanı, şimdi ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kitapta yer alan şu sözlerini söylüyordu:
“70 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde katı bir üniter anlayışa sahip olunmuştur. Her konuda tekçi olunmuştur ve bu tek olan şeyi de kendisi seçmiştir. Hukuk bir yerlerden aktarılmış ve halka dikte edilmiştir. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta, bunların etnik kimliklerinin tanınması gerekir. ‘Türkiye Türklerindir’ anlayışı yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir”
Sözlerine devam eden Demirtaş, şöyle diyordu:
“1993’te bunları biz söyleseydik kıyamet kopardı. 93’teki Erdoğan’ı kutluyoruz. Cesaret etmiş de söylemiş. Ne değişti o günden bugüne? Tabi o gün Başbakan değildi. İktidar sahibi değildi, mazlumdu. Kürtler aynı Kürtler... Türkiye aynı... Değişen, Recep Tayyip Erdoğan… Başına sadece Başbakan sıfatı geldi.”
Demirtaş’ın sözünü ettiği kitap, 1993’te farklı kesimlerden kişilerle yapılan röportajlardan oluşan “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları” kitabı idi. Şu anda kitapta yer alan şimdinin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları ise, yeniden medya ve bazı siyasilerin ilgi odağına dönüşmüş durumda. Kitap, Sovyetlerin çözülüşünden sonra tartışılan yenidünya düzeninde Türkiye’nin içeride ve dışarıda alacağı şekil ve pozisyon tartışmalarını konu alan röportajlardan oluşuyordu. Bu kitapta Başbakan Erdoğan’ın röportajı da yer alıyordu. Kürt sorununa getirdiği çözüm önerileri ise üniterlik yapısını baskıcı mekanizmalar üzerine kuran cumhuriyet geleneğinin artık iflas ettiğini, yeni bir anlayışla iflastan kurtulabileceğini belirtiyordu.
‘NEWROZ’, BU KEZ ‘NEVRUZ’ DOĞURDU!
Tekrar çözüm süreciyle alakalı Öcalan’ın Newroz mesajına gelirsek: Aslında Öcalan’ın açıklamaları, belki Öcalan ve temsil ettiği geleneğin jargonlaşan kalıplarıyla uyuşmuyordu. Ancak yabancısı olduğumuz bir “vizyon” da değildi. Defaatle hükümet kanadından duyulan, özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çeşitli vesilelerle üzerine basa basa söyleyip tekrarladığı bölgesel vizyonun deyim yerindeyse “tıpkısının aynısı” idi. Mesajda yer alan bir takım kalabalık laf öbeklerini ayrıştırırsak geriye sadece hükümetin vizyonu kalmaktaydı.
Öcalan’ın mesajının genel çerçevesini hatırınızda tutarak mesela Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz 15 Mart’ta Dicle Üniversitesi’nde düzenlenen “Büyük Restorasyon: Kadim’den Küreselleşmeye Yeni Siyaset Anlayışımız” konulu konferansta çerçevesini bir kez daha çizdiği bölgesel bakış açısına dikkat ediniz.
Davutoğlu’nun çizdiği çerçeve şu şekilde sözlerine yansıyordu:
“İnsanlık ve uluslararası sistem genel bir restorasyondan geçerken bölgemiz de büyük bir restorasyondan geçiyor. Mesele sadece uluslararası ilişkiler meselesi değildir, mesele sadece bir iç siyaset meselesi de değildir. Mesele, bütün yönleriyle yeni bir zihniyet inşa etme meselesidir. Bir tek yolla bunu yapabiliriz: Sınırlara saygı göstereceğiz ama çevremizdeki hiçbir sınırın duvar olmasına izin vermeyeceğiz. Ortadoğu’daki değişim rüzgârı içinde halkların kendi iradesiyle iktidara gelen ve gelecek yönetimlerle birlikte bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Onun için biz vizeleri kaldırma politikası izliyoruz. Hedefimiz bölgemizde kadim birliktelikleri inşa etmek, o kadim birliktelikten yeni bir siyaset anlayışı ortaya çıkartmak ve insanoğlunun büyük restorasyonunda öncü bir rol üstlenmek…
Sadece Türkiye içinde bir ortak kader bilinci değil, bütün bu bölgelerde yeni bir ortak kader bilinci oluşturacağız. Ve bu kader bilincinin üzerinde kadimden gelen değerlerle birlikte yeni bir siyaset anlayışı kuracağız. İşte o gün geldiğinde kadim medeniyetimizin özneleri olarak tekrar tarihe döneceğiz ve bütün insanlığa işaret saçacak fikirlerin, anlayışların, değerlerin öncüsü olacağız. Ya yeni bir siyaset anlayışıyla Türk’üyle, Kürd’üyle, Boşnak’ıyla, Arap’ıyla büyük hedeflere yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar.
Bunu dediğimizde bize diyorlar ki ‘Yeni Osmanlıcılar’. Niye diyorlar biliyor musunuz? Birilerini, Balkanlar’daki ve Ortadoğu’daki bazı milletleri bize karşı kışkırtmak için. Osmanlı, Selçuklu, Artuklu, Mervani, Selahattin Eyyübi ile gurur duyarız, kim ne derse desin. Ancak şunu da sorarız. Bütün Avrupa, sınırları kaldırıp bütünleşirken yeni Romacı, yeni kutsal Roma-Germen İmparatorlukçu olmuyor da niçin biz 100 sene önce bir arada yaşayan halklar tekrar bir araya gelsin derken suçlanarak yeni Osmanlıcı ilan ediliyoruz. Onlar ne derse desin bütün şehirlerimiz, kentlerimiz kendi hinterlandı ile buluşacaktır”
Aslında Davutoğlu’nun çizdiği bu vizyonun doğrudan etkileri tartışmalara yol açsa da şu anda Türkiye’nin bölgesel politikasına yön veren vizyonun ta kendisidir. Türkiye’nin Suriye politikasını da Irak bağlantılı Irak Kürdistanı politikasını da anlamanın yolu, bu vizyonda gizlidir.
VİZYON İYİ, MİSYON TARTIŞMALI…
Davutoğlu’nun çerçevesini çizdiği bölgesel etkileşim alanının eski Osmanlı sınırlarını kapsadığı zaten açıktır. “Neo-Osmanlıcılık” tartışmalarının suçlama mahiyetinde yer bulması da etkileşim sınırlarının Osmanlı sınırlarıyla tamamen örtüşüyor olmasıdır.
İyi de Türkiye, “Misak-ı Milli” sınırları içerisinde bile belli başlı bazı farklı etnik, dini veya mezhebi gruplara ayırımcı yaklaşırken Osmanlı sınırları içerisinde sayısı çok daha fazla artacak farklı unsurları nasıl etkileyecek, nasıl idare edecektir?
Dahası, çözüm sürecinde bu vizyonun genelde Kürtlere, özelde Öcalan’a vaat ettiği geleceğin mahiyeti nasıl olacaktır? Öcalan’ın kendi ütopyasından vazgeçerek kendisinin de daha önce mahkûm ettiği “Neo-Osmanlıcılık” projesine dönüş yaparak “Bin yıllık İslam kardeşliği”ne dönüş yapması ne anlama gelmektedir?
Bunun sihirli formülüne ulaşmak ve daha somut verilere kavuşmak için tam burada “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları”nda Erdoğan’ın çizdiği çözüm formülüne müracaat etmek gerekecektir.
BAŞBAKAN ERDOĞAN: “EYALET TARZI BİR SİSTEM OLABİLİR”
Dönemin Refah Partisi İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, adı geçen kitapta yer alan röportajın bazı bölümlerinde Cumhuriyetin iflas eden politikalarından kurtulup yeni bir açılım hamlesiyle düzlüğe çıkmak için Osmanlı’nın “Emperyal” vizyonuna dikkat çekerken Kürt meselesiyle alakalı sorulara da şöyle cevap veriyor:
Ülke içinde yaşayan bazı gruplar ve insanlar, milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?
Onun kararını yine halk verecek.
Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler…
Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir.
Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse...
Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurmaya kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa...
Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir...
Bu hakkı kimden isteyeceği önemli.
Hak istenmez. O hak ya meşrudur ya değildir. Burada sorulan o; meşru mudur?
Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır. Coğrafi bütünlükten kastınız Misak-ı Milli sınırları mı?
Ona orda hudut tayin edemem.
O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz...
Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum...
Bölgesel anlamda Osmanlı modeli demek, bir yönüyle “Eyalet sistemi”ne vurgu yapmayı gerekli kılıyorsa da bunun bugünkü şartlarda yeni anayasa çalışmalarıyla bağlantılı olarak tartışması süren “Başkanlık sistemine” tekabül ettiğini söylemek zor olmasa gerek.
Başkanlık sistemi demek ise eyalet sistemiyle beraber anılır bir tarafının olması demektir. Zaten üniter yapının sakıncalarını, test ederek onaylayan bir ülkenin Balkanlardan Kafkaslara, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş bir hinterlantta üniter yapıyı düşünmesi imkânsız olacağından Osmanlı’nın uyguladığı eyalet sistemini işaret etmesi bir fantezi değildir, olamaz da.
Eski Osmanlı sınırları içerisinde yine ana ideolojik akımın “İslam” olması da kaçınılmaz olmaktadır ki Öcalan’ın “İslam Kardeşliği”ne ilk defa vurgu yapması, Türkiye’deki siyasi iktidar kadrolarının çizdiği vizyona büyük ölçüde ayak uydurduğunu göstermektedir. Hatta burada denebilir ki Türkiye’deki siyasi kadro, eyalet sistemini dillendirirken, Misak-ı Milli sınırlarını aşan bir perspektif çizerken Öcalan’ın hâlâ Misak-ı Milli sınırlarından kurtulamadığı gibi bir tablo da kendini ele vermektedir.
Türkiye’nin “Osmanlı vizyonu” ile Öcalan’ın bu vizyona yaslanarak ortak bir süreç geliştirilmesi, yine de bazı soru veya kuşkuları bertaraf etmeye yetmiyor.
Mesela ne değişti de Öcalan, daha önce sıklıkla mahkûm ettiği Osmanlı vizyonuna âşık oluverdi?
Türkiye’nin çizdiği bölgesel vizyon, yapay sınırların işlevsiz bırakılarak bir tür “İslam birliği”nin teşekkülü anlamına gelecek planlarının bugünkü konjonktürde uygulanma şansı var mıdır? Bölge üzerinde geçmişten gelen küresel hesaplar biliniyorken küresel güçlerin tavrı bu projeyi ne derecede etkileyecektir?
Bölge ülkelerinin çok farklı kamplarda birbirine zıt politikaları, bölgeye has kaygan zemine oturtulan geniş yelpazedeki ihtilaflar, Türkiye’nin bu politikasının işlerlik kazanmasına fırsat verecek midir?
İSLAM KARDEŞLİĞİ VE ÖCALAN! CİNLER Mİ MUSALLAT OLDU?
Elbette sorular çoğaltılabilir. İlk başta Öcalan’a dönelim. Öcalan’ın henüz vesayet rejimi diriyken PKK’nin silahlı eylem stratejisini Ak Parti ile mücadeleye adadığı biliniyor. Hatta Ak Parti ile mücadelede ordunun yanında yer alması gerektiği yönündeki sözleri, zaman zaman PKK’nin laikliğin güvencesi olduğu temalarıyla beraber süslenerek İmralı’dan servis edildi. Nitekim en son CHP’deki kaset darbesi sonrasında avukatları, Öcalan’ın “nefesini tutarak Kılıçdaroğlu’nu izlediğini belirtmişlerdi. Şu anda ise “Kutsal ittifak” bozuldu ve Öcalan, Ak Parti’nin tezlerine dönüş yapmış oldu.
Mesele şu: Öcalan, her daima devlette söz sahibi olan odaklarla iş tutmayı tercih etti. Kendi kurtuluşunu da bir takım tavizler için de güvenli bulduğu limana yanaşmak, Öcalan’ın asıl felsefesidir. Bakmayın siz, “derinliğe” adadığı anlaşılmaz felsefesine. Nihayette şunu görmüş oldu: Çokça güvendiği eski devletçi odaklar bir bir tasfiye oldu. Şimdi ise söz sahibi olarak ortada görünen sadece Ak Parti hükümeti bulunmaktadır. Öcalan da geleneksel kuralını işletti ve sığınacak yeni liman olarak Ak Parti hükümetini tercih etmiş oldu.
Her daima konjonktürel davranan Öcalan, bugün de konjonktüre oynuyor. Yarın Türkiye’de “Turancılık” akımı söz sahibi olsa Öcalan’ı Turancılıktan koparabilene aşk olsun!
BÖLGE, OSMANLI VİZYONUNA HAZIR MI?
Türkiye’nin bölgeye Osmanlı’nın “Emperyal” vizyonuyla yaklaşmasına gelince…
Bölge halklarının neredeyse tümünün ırkçılıktan, dayatmalardan, mezhepçilikten, krallıklardan, yapmacık ulusal sınırlardan, ihtilaf ve çekişmelerden, müdahalelerden muzdarip olduğu aşikârdır. Kurtuluş reçetesi olarak Ümmetin birleştirici iklimini özledikleri de sır değildir. Ancak bölge halklarına genel anlamda bu noktada güven verecek pratik bir modelin yokluğunu da kimse inkâr edemez.
Türkiye, şu anda böyle bir vizyona niyetlenmiş olabilir. Ancak kaynama noktasına gelen bölgede icra ettiği pozisyonunun da her geçen gün daha fazla tartışma konusu olması, belki bölgesel denklemde bir rol icra edebilecek duruma gelebilir, ancak birleştirici bir vizyona hizmet ettiğini kabul etmek oldukça güç.
Kaldı ki çizdiği vizyonda samimi ise ve bu samimiyetini somut anlamda pratiğe dökmeye başlarsa, bölge üzerinde geçmişten günümüze hain planlar kurmaya devam eden küresel güçlerin tavrı hiç de yabana atılacak gibi değildir. Bu noktada küresel ya da bölgesel güçleri pas geçsek bile böyle bir vizyon, bölge halklarının kuvvetli iradesine bağlıdır. O kuvvetli irade mevcut mudur?
İleride şartlar nasıl şekillenir bilinmez. Ama bugünkü şartlarda, Müslüman halklar ve öncü aktörleri bile çok farklı kamplarda farklı siyasal gelecek hayalleri güderken ve bu hesapların birçoğu da birbiriyle çelişirken birliktelik ne derecede gerçekleşir, o da ayrı bir sorun.
ÜNİTER YAPI YA DA ‘ESKİ HAL MUHAL’
Ama gerçek olan şu ki Türkiye, artık jakoben geleneğe dayalı tekçi yönetim anlayışıyla ilerleyemez. Menderes, Özal veya Tayyip Erdoğan dönemlerindeki bir takım açılımlar baskıcı düzenin gaz sıkışmasına süpab olsa da bunlar sadece geçici çözümlerdir. Nitekim Ak Parti hükümeti bunun farkında. Artık “İslam kardeşliği” söylemi, düzenin yaralarına merhem olmaktan çıkmış durumda. “İslam kardeşliği” kavramı, büyük bir sermayeydi ancak baskıcı cumhuriyet geleneği sadece bu sermayeyi tüketmekle yetindi. Bu kavramın içini boşalttılar. Dolayısıyla artık kuru bir “İslam kardeşliği”, tekçi geleneğin sindirme politikalarına çare olmaktan çıkmış durumda. Bundan dolayı da özellikle Kürt sorununun aşılması, artık üniter yapı üzerinde yapılacak bir takım ameliyatlarla aşılabilecektir.
Nitekim Başbakan Erdoğan’ın çokça arzuladığı “Başkanlık” sistemi, bir tür ameliyat girişimidir. Bunun zorunlu sonucu da “Eyalet sistemi” veya benzer yeni bir idari yapının tesisi olacaktır. “Eyalet sistemi”, ister hayal edildiği gibi bölgesel bazda Osmanlı sistemi kapsamında olsun, ister şimdiki sınırlar çerçevesinde olsun fark etmez, büyük olasılıkla başvurulan bir çözüm formülü olacaktır.
Dolayısıyla geleceğe dönük hesapları olan, geleceğe dönük projeleri olan her kesimin Türkiye’nin “Başkanlık sistemi” kapsamında yaşayacağı dönüşüme hazır olması, hazırlıklı olması gerekmektedir.
AKTÖRLER ANLAŞTI, SIRADA KAMUOYU VAR
Bu anlamda sürecin tüm ayrıntıları üzerinde büyük olasılıkla Öcalan’la anlaşılmıştır. Medyada önce ortaya atılanların sonradan birebir tecelli etmesi, varılan anlaşmanın kamuoyu tarafından hazmedilerek uygulamaya konmasından ibarettir. Bu anlamda medyada “tahmin” gibi görünen uygulama safhaları, aslında sürece duyarlı belli kitlelerin eski siyasi alışkanlıklarından arındırılarak rehabilite edilmesi amacına dönüktür.
Dolayısıyla “Şimdi ne olacak?” şeklinde ortaya atılıp tartışılan sürecin ileri safhalarıyla ilgili önermeler, belki de işin doğası gereği totaliter eğilimlerin törpülenerek süreci selamete vardırmanın bir başka yöntemidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.