Yusuf AZAD
Dos(t) Doğru Söylemeli (İhmal mı? İltimas mı? İflas mı?)
Günümüz dünyasında devletlerin büyüklüğünün önemli göstergelerinden bir tanesi de istihbarattır. Ülkeler daha ziyade istihbaratlarıyla övünür, devamlarını ve dünyadaki belirleyiciklerini bununla ifade ederler. Bu nedenle “istihbarat savaşları” kavramı gelişmiştir ve istihbarat kurumuna bütçelerden ciddi paylar ayırmaya başlanmış.
İstihbarat iç ve dış olmak üzere iki kısımdan oluşur. Dış istihbarat, dış ülkelerin ülkenizle ilgili niyetlerini, olası dış tehlikelerin tamamını önceden öğrenip önlem ve tedbir almak için yapılır. Fakat çok zor ve risklidir. Türkiye'nin dış istihbarat alanında önemli bir şöhretinin olmadığı bilinen bir gerçektir.
İç istihbarat ise çok daha kolaydır. Devletin tüm imkânları emrindedir. Yasalar da teşkilatı oldukça destekler. Hatta çoğu zaman yasa da tanımazlar. İç istihbarat da içerde devletin kendisine olası tehdit olarak algıladığı kişi ve yapılar hakkında önceden içerden ve dışardan istihbarat ile bilgi sahibi olup önlem almasıdır.
CIA, MOSSAD, KGB gibi dünyanın önemli istihbarat örgütleri iç dizaynın yanında dış dünyanın gidişatına da yön verebilecek kadar etkindirler, belirleyicidirler. İkinci dünya ülkelerindeki istihbarat örgütleri ise daha ziyade iç muhalefet ile ilgilenir ve çoğu zaman çok ceberrut yöntemlerle despot iktidarların devamına hizmet ederler. Türkiye'de de istihbarat örgütü halkın tarihsel dokusuyla uyuşmayan yönetimin iş başına gelmesinden bu yana mevcut despotizme muhalefet eden sağ'ın, sol'un ve hasseten İslâmî hareketlerin korkulu rüyası olmuştur. Özellikle İslâmî kesimlere uygulanan “kirli” ve “gayri meşru” yöntemler nedeniyle bu kesimlerde “genlere işleyen” bir anti MİT algısına sebep olmuştur. Kabul etmek gerekirse bu güne kadar istihbarat bu yapıları ya fiilen “içeri” girerek manipüle etmiş, ya da sızamadıklarının hareket alanını ciddi bir şekilde daraltacak kadar baskılamıştır/baskılamaktadır.
Örnekleri ve detayları bu yazının konusu olmayan istihbaratın memlekette oluşturduğu tahribatı bilmeyen, direk veya dolaylı etkilenmeyen mi var? Öyle ki dava sahibi insanlar önemli meselelerini kendi ailesiyle paylaşmaktan imtina edecek kadar tedbirli davranmış, “tehlike” sezmişlerdir. Bu nedenle örgütlü muhalif yapıların çoğu, çoğu kez çıkmazdan çıkışın yolu olarak silaha sarılmışlar ve “yeraltı dünyası”na çekilmişler, güvende olma adına. Ancak devlet aygıtının bütün güçlü enstrünmanlarını elinde bulunduran devlet/istihbarat yerin altına da sızarak çoğu hareketi zehirlemeyi başarmıştır.
İstihbarat o kadar önemlidir ki savaş çıkarabildiği gibi üzerinde savaşlar çıkarılabilecek kadar da “ele geçirmeye” değerdir. Hatta bu günkü hükümet ile en yakın destekçisi Gülen Cemaati arasında, memleketin bütün “mafsallarını” gevşetecek kadar etkili bir savaşa sebep olmuştur Cemaaat'in istihbarat örgütünü ele geçirme sevdası. Cemaat'in, “son kale” olarak tarif edilen bu kurumu “vekâleten” ele geçirme girişiminden sonra, MİT'i ele geçiren hükümet savaşı kazanmış gibi görünüyor. Ve esas yazımıza konu olan mesele de burada başlıyor.
Hükümetin son on yılının özellikle de çözüm sürecinin başladığı son dört yılında PKK, gerek legal gerekse illegal alanda tahminlerin, hayallerin ve ön görülerin çok üzerinde bir sıçrama kaydetti. PKK, çözüm sürecinde devletin giydirdiği koruma zırhı ile alenen, devletin gözü önünde bölgede devlet erkine denk kurumlar tesis etti ve devletleşme yolunda önemli pratikler denedi. Aynı “çözüm süreci zırhı” ile inanılmaz derecede silahlandı alenen. Polis teşkilatını(YDG-H) kurdu ve bu teşkilat güpegündüz ve yine alenen çarşı ortasında, kahvehanelerde vb. yerlerde asayiş kontrolleri yaptı. Aynı “zırh” ile kurdurtulan mahkemesine adam sevk etti. “Askere alma” şubelerine adam sevk etti. Kaymakam bile mahkemelerine “tebliğname” ile çağırıldı. Bunları gözleyen Mahalledeki “kader mağduru”, bir yere tutunamamış çoğu da suça bulaşmış gençlerde de müthiş bir katılma heyecanı oluşturdu örgüte. Bir de büyük ekonomik güç olan belediyelerin alenen finansal ve lojistik desteği vardı arkasında bu gücün. Hatta örgütün resmi yapıları niteliğindedirler bölge belediyeleri. Belediyeye alınma ön şartıdır dağda bir yakınının ölmüş olması. Selahattin Demirtaş'ın deyişiyle örgüt iki yıllık çözüm sürecinde kırk yıllık sıçrama kaydetmiş ve kazanım elde etmişti. İşin garip tarafı bu kazanımlar, devletin izlediği “işbirliği” ve “göz yumma” politikası sebebiyle halkta örgütün silah gücüyle kazandığı algısına hizmet etmiştir. Yani kazanımlar “haklar” bazında değil örgütün kazanımları şeklinde gelişmiştir. Mevcut duruma dair bölgeden yükselen devlet ve örgüt ikilemine kapılmayan iyi niyetli sitemkâr itirazlar da, hükümet, dolayısıyla MİT tarafından “kıskançlık” ve “abartılı tespitler” olarak kabul edilmiştir. Kulağını, gözünü ve gönlünü kapatmıştır bu dos(t) doğru itirazlara devlet. Oysa “yandaş” akıl her zaman ki gibi bu meseleyi de “ballı lokma” olarak pazarlamıştı. Kayseri'den eski tüfek İslâmcı bir dostum, “her yerden ve herkesten haberdar olan bizim(!) istihbarat her şeye vakıftır. O halde yastığa rahat baş konulmalı” diye düşünmenin bedelini ağır ödedik diyordu. Oysa paralel yapının kontrolündeki aynı teşkilat 2011 de KCK operasyonlarıyla özellikle şehirlerde örgütün hareket ve eylem kabiliyetini neredeyse sıfırlamıştı, yapının karar mekanizmasını ve hiyerarşisini dağıtarak. Bu gün ise eline silah verilmiş, karar verme iradesi “sıfır”olan onaltılıklarla savaşıyor devlet hiç yukarısına; “ağabeylerine” dokunmadan. Örgütün hiyerarşisi de, hareket ağı da, eylemsel mantığı da mahallede örgü ören kadınlar tarafından bile biliniyorken…
Haydi diyelim ki çözüm sürecinde böyle bir yanılgı yaşandı. Peki ya halk için hiç bitmemiş olan, devlet içinse yeni başlayan “çatışma süreci” başladıktan sonra ne yapıldı/ yapılıyor. Şehir içinde yaşanan ve herkesin gözü önünde cereyan eden bu savaş, herkesin bildiği “hiyerarşik” yapısından ve hareketlilik kabiliyetinden hiçbir şey kaybetmemiş gibi. Doksanlı yılların, örgütü büyüten mantığından farklı bir strateji uygulamıyor devlet. On binlerle birkaç yüz “on altılık” kandırılmışlarla savaştığını açıklıyor büyük bir hamasetle. Üstelik bir arpa boyu yol almadan. Adeta devlet mekânizmasının işlevsizleştiği bir manzara var memleketimde. Hamasi söylemlerin dışında devlet adım adım mevcut durumu kanıksayan ve mevcut durum üzerinden yürütülecek bir “masa kurma” sürecine evrilme eğilimi gösteren bir trend izliyor.
Çatışmalar bittikten sonra devlet sokağa çıkma yasaklarının ikincisinde Sur'a girip alana hâkim olup, her bir sokağına indikten sonra tekrar çıktı. Sonrasında herkesin bildiği ve izlediği aleni yollarla orası güya içine girilemez ve baş edilemez hale geldi. Örneğin motosikletli gençlerin Mardin kapı eski yolundan sırt çantalarıyla Sur'a günde bilmem kaç kez silah taşıdıklarını, araçların sokaklara girip “yükünü” boşalttığını bilmeyen mi var? Galiba var! İstihbarat.
Öyleyse herkesin bildiğini bilmeyen(!) ve tedbir almayan bu devleti ve istihbarat aygıtını mevcut durumda iki olasılıkla okumak mümkün. Ya istihbaratın “istihbarat hafızası/arşivi” iddia edildiği gibi Paralel'ce silindi ya da PKK ile devlet arasında, zahiren düşmanlıkla ifadesini bulan ama sonuçları itibarı ile örgütü büyüten zımni bir işbirliği mevcut. Değilse bir üçüncü ihtimal kalıyor ki; o da hükümetin en güvenilir “evlatları”nın gaflet ve dalalet içinde olduğudur. Eğer birinci ve üçüncü seçenek imkânsızdır diyorsanız, geriye doğru cevap olarak ikinci seçenek kalıyor. Değilse neden bu güne kadar bu başarısızlıklardan/hezimetlerden ötürü hesap sorulan, soruşturma açılan, açığa alınan bir tek bürokrat, özelliklede siyasetçi yok. Tam tersine yine bu meseleyi(süreçleri) yürütenler aynı adamlar. Yine “şakşakçılar” akla ziyan analizlerle şark bülbülü edasıyla şakıyorlar. Yine süreç örgütü büyütüyor. Yine sonunda herhalde “yanıldık” denilecek. Yine eski tas yeni hamam. Yine “şehzadenin” başını vermeyen ve hesap sormayan Padişah… ve yine Kürd'ün makus talihi, tarihi…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.