Yasin DEMİR
Müslümanlar: “babam da birşey bilmiyor!” girdabında bölünüyorlarken Amer
ÇOCUK BABASINI TANIMAYA BAŞLADIĞINDA “Babam her şeyi bilir…” diye düşünmüş 8-10 yaşlarına geldiğinde “Babam bazı şeyleri bilmeyebilirmiş” demiş. Ergenliğe erdiğinde “Babam çoğu şeyi bilmiyor!” havalarına girermiş. Lise – Üniversite ya da “Deli – kanlılık” dönemlerinde “Babam da hiçbir şey BİLMİYOR!” zirvesine / zırvasına nihayet ulaşırmış!... Evlilik – sorumluluk dönemecine girince “Demek babam bazı şeyleri doğru biliyordu…” noktasına evrilmiş… Çoluk çocuğa karışıp yük ağırlaşınca, “Babamın söylediklerinin çoğu doğruydu” dermiş. 50-60 yaşlarına ulaşınca “Ahhhh!... Keşke şimdi babam olsaydı!!!...” der. Ama çoktan iş işten geçmiştir artık.
Bu misal, “Bireysel” insan psikolojisi için verilir. Fakat sosyolojik yapıların, ulaştıkları evrelerin durumlarını örneklemede de geçerlidir. İnsan ve insanlık tecrübesinin önemini vurgular aslında.
İnsanlık ve medeniyet zincirinin örülmesi; babadan devralınan mirasın, zenginleştirilerek evlada devredilmesi şeklinde olmuştur.
Amerika ve Rusya'nın peşlerine taktıkları ülkeler ile Suriye de nihayet ortaklaşmalarını, tek “blok” haline getirmekle zirveye taşırlarken; buna bahane ettikleri “Işid'in” dağılan bir İslâmî blokun, kaçıncı “alt parçası” olduğunu görmek, Müslümanlar için çok önemlidir. Çünkü bu parçalanma tablosu, İslâm Âleminin geçmişten günümüze gidişatının tek bir sayfasıdır.
HİZB-İ İSLÂMİ- TALİBAN – EL-KAİDE – IŞİD VE EŞ OLUŞUMLAR SERENCAMI
Afganistan'ı zor bela Rus işgalinden kurtaran mücahit grup liderleri, bir hükümet düzeni tesis etmeye çabalıyorlardı. Hiz-bi İslâmî lideri Hikmetyar başbakan; Rabbani Cumhurbaşkanı; Ahmet Şah Mesut da genelkurmay başkanıydı. Tam o esnada Taliban, Molla Ömer başkanlığında bir idare tesis etmeye başlamıştı. El – Kaide çıktı. “Babam beceriksiz, ben daha profesyonelim” havasıyla Taliban'nın sonunu hazırladı. 11 Eylül Süreci başladı. Rus işgalinin yaraları sarılmadan Afganisan; ABD ve müttefiklerinin işgaline girdi. Molla Ömer ve Usame bin Laden'in ölümlerinden sonra, hem Taliban'da hem de El – Kaide'de iç karışıklıklar baş gösterdi. Işid ve kendi jenerasyonu sayılan alt yapılar ortaya çıktı. Işid'de babam bir şey bilmiyordu” prensibinden şaşmadı. Hem Taliban ile hem de El –Kaide unsurlarıyla çatışmadan çekinmedi. Işid'in bu bölünme istikametindeki yolculuğu devam ederken, kendisini Işid'e isnad eden daha mikro düzeydeki yapıların da “Babam bir şey bilmiyor” refleksleri vermeye başlamaları endişe vericidir. Çünkü o zaman İslâm coğrafyasının topyekûn bir Afganistan'laşma ve Suriyeleşme durumu uzak ihtimal olmaktan çıkar. Beğenilemeyen “Baba düzenleri” yerine yeni bir şey oluşmayınca “gelen gideni aratıyor” durumu hakikate dönüşüyor.
Gayr-i Müslimlerin devlet devlet birleşip güçlü “Devletler topluluğu” inşa etmelerine karşın, Müslümanların grup grup ayrılıp “ufalanmaları” acı vericidir. Neden? Çünkü:
MÜSLÜMANLAR “İLKE” TEMELLİ DEĞİL “ŞAHIS” ODAKLI YAPILAR KURUYORLAR.
Dikkat edilirse İslâmî imparatorluklar, Devletler, Cemaatler, Partiler, Tarikatler hep “Kurucu şahıs odaklı” olarak varlık göstermişlerdir. Aksi yöndeki yapı ve devletler ise, özellikle Fransız ihtilalinden sonra “Anayasa” denilen ilkeler temelinde yapılanmışlar. (Beğenilir – beğenilmez ayrı bir olay) İslâm Coğrafyasındaki devletlerden bazıları, sonradan bu “Anayasa” ve benzeri ilkesel metinlerden faydalanma yoluna da gitmişlerdir.
Müslümanlar: “KUR'AN-I KERİM VE SÜNNET-İ SENİYE” bizim için bağlayıcıdır, belirleyicidir demişlerdir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in “Bir olun, ayrılmayın, topluca Allah'ın ipine sarılın, Kurşundan kenetlenmiş duvar gibi olun” buyruklarına rağmen, günümüze gelene kadar süren bölünme, parçalanma ve ufalanmalar bunun bir söylemden öteye geçmediğini gösterir.
KUR'AN-I KERİM'DEN BESLENEN ORTAK BİR UZLAŞI METNİ OLUŞTURMAK ÇOK MU ZOR?
Aslında bir ilk adım olarak Müslümanlar: “Gaye, Hedef, Amaç, Araç, Streteji, Taktik” gibi güncel kavramlar üzerinden bile olsa “İslâm Davası” denen olguyu biraz daha netleştirebilseler, hem birbirlerini daha rahat anlayabilirler. Hem de insanlarla iletişimde (tebliğde) büyük kolaylık yaşanır. Tarikatlardan cemaatlere, STK'lardan partilere tüm İslâmî kesimler “Elhamdülillah Müslümanız. Davamız Allah rızasıdır derler. Sonra değişik boyutlara varan çekişme ve çatışmalar yaşarlar. Pekiyi, Allah bu çatışmalardan razı olur mu? (Suriye'deki misal) yahut da Allah'ın rızası bu çatışmaların, Müslüman kanının neresinde?
Aslında sorun şuradan kaynaklanıyor. “İslâm Davası” denilen bloğun bütün bileşenleri; gayesi, amacı, hedefi, araçları, stratejisi, yolu, yöntemi öyle bir iç içe girmiş, öyle bir karışmış ki, özellikle oluşan kavram kargaşasında, kimin ne yaptığı, ne yapmak istediği, nereye varmaya çalıştığı kestirilemiyor. Özellikle “TEKFİRCİLİK HASTALIĞI” bu karmaşadan kaynaklanıyor. Zaten tekfir edilen kimseye “Mürtedlik” damgası da vuruldu mu, artık kanını, canını, malını kendisine helal sayıyor. Suriye'de, Irak'ta olan da bu.
Oysa en azından çok genel hatlarıyla da olsa; öz detay; amaç – araç ayrımı yapılsa iş daha da kolaylaşır. Daha açık bir ifade ile özellikle yeni nesil Müslümanlar için; “Bir Müslümanın” gayesi, hedefi, amacı, stratejisi nedir, ne olmalıdır belirtilirse, hem kendisi ne yaptığını bilir, hem de diğer bir Müslüman'ın ne yapmaya çalıştığını kestirir. En azından başka bir Müslümanın bir taktiğinden, bir stratejisinden yahut hedefi için vasıta edindiği bir “partiden” “Tarikatten” dolayı onu tekfir etmez, kendisini de küfre sürüklemez. O yüzden en basitinden artık şu şekil ayrımları yapabilmeliyiz.
Bir Müslüman için “Asıl” olan “Hedeftir.” Sonra “Gaye”, daha sonra da “Amaç” gelir.
(Dikkat edilirse bu üç kavram eş anlamlı görülür. Eş anlamlı kullanılır. Bulanıklık da buradan başlar.) sonra bunlara ulaştıracak “strateji” ve “taktikler” gelir. Bu kavramlar ideolojik ya da örgütsel kavramlar değildir. Toplumsal düzenin olmazsa olmazlarıdır. Müslümanlar, yani İslâm Toplumu için de gereklidir.
Bir Müslümanın “HEDEFİ” Allah rızasıdır. “GAYESİ”; Allah rızasına vesile olacak İslâmi bir yaşam tarzını kendisinde, ailesinde ve toplumunda ikame etmektir. Oluşturmaktır. “AMACI”; Gayeyi gerçekleştirecek araçlar oluşturmaktır. “STRATEJİSİ”; elinde olan ya da ihtiyaç duyduğu kaynakları, imkanları sağlamak, tasnif etmek, kullanıma hazır hale getirmektir. “TAKTİK”; mevcut imkanlarını kullanmak, (stratejilerini işletmek) araçlarını aktifleştirmek, kısacası hedefe yönelik mesafe almak için bir takım “kararlar” almaktır. Başka detaylarla da zenginleştirilebilir.
Bütün bu ayrımları yapmadan,, “Elhamdülillah Biz Müslümanız ne yapsak Allah içindir” demek artık günümüz dünyasında yeterli olmuyor. Öte yandan sistemli çalışan Müslümanları da hemen “Kafirlerin metotlarını kullanıyorlar” ithamıyla itham hatta tekfir etmek ucuzluktur. İslâm; İnsanlığa nizam vaad eder. Psikopatlığı kaldırmaz.
Diyelim bir Müslüman kesim, hedef olarak “Allah rızasını” belirledikten sonra, gayesine ulaşmak için bir siyasi parti kurabilir. Bu siyasi partinin iktidar olmasını “Amaç” edinebilir. Strateji ve taktiklerini de bu yönde uygulayabilir. İslâm'ın özüyle çelişmeyen yol yöntemleri de sağlayabilir. (Parti yerine başka bir araç da olabilir.) şimdi; vay efendim senin amacın partini iktidar yapmak, İslâm'ı kullanıyorsun, kafir oldun” denilebilir. Zaten sorun da buradan kaynaklanıyor. “Hedef:” sabittir. Hedeften sapmanın durumu akidevi olarak değerlendirilebilir. Gaye ise; “arzulanan haldir.” Fakat “Amaç” değişkendir. Amaç ve diğer unsurların belirlenmesinde “zaman” “mekân” ve “imkân” olguları belirleyicidir.
“Hedef” hariç, bazen diğer unsurlar arasında öncelikler değişebilir. Mesela; şu an İslâm coğrafyasında, Müslümanlar arası iç savaşın durdurulması, Müslümanın Müslüman kanını dökmesinin önlenmesi ve bir iç sükûnetin sağlanması “Ana Gaye” olmalıdır. Tüm amaç, araç, strateji, taktikler bu gayeye yönelik işlemeli, işletilmeli. Çünkü mevcut hal “hedeften” sapmış.
Müslüman âlemine basiret duası ile; Allah'a emanetsiniz…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.