-Dün-Bugün-Yarın Terkibinde- Cami İnşa Etmek
Türkiye’de, zaman zaman gündemleşmekle birlikte biçimsel, politik veya sosyo-kültürel yönüyle üzerinde her an konuşulmaya ve yazmaya müsait bir konu var: Cami ve mimarisi.
Türkiye’de, zaman zaman gündemleşmekle birlikte biçimsel, politik veya sosyo-kültürel yönüyle üzerinde her an konuşulmaya ve yazmaya müsait bir konu var: Cami ve mimarisi. Yani esasında çok yönlü bir tartışma konusu bu. Özellikle son yıllarda İstanbul’un görünür/stratejik noktalarına camilerin inşa edilmesi, konunun politik yönünü oldukça öne çıkarıyor. Ya da inşa edilen söz konusu camilerin vücuda gelme biçimleri yani formları, bir başka tartışmanın tırmanmasına sebebiyet vermektedir. Konunun politik yönüne toplum olarak -olumlu veya olumsuz- bir refleksimizin varlığını kabul edebiliriz. Ancak ekseriyetimiz için olmasa da şehir-kültür-sanat-mimarlık alanına ilgi duyan herkes için ciddi bir öneme sahip olan yönüne, yani camilerin vücuda geliş biçimlerine dokunmak; tartışmayı biraz daha burada tutmakta fayda olabilir.
Küçük bir mahalle mescidinden, kentsel ölçekteki bir külliyeye; tarihsel tecrübeye dayanarak camilerin, Müslümanlar için başta manevi bir ‘ev’ hüviyeti taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Bununla birlikte biçimsel görünümleri itibariyle de birer ‘nişane’ görevi üstlendikleri yadsınamaz. Bundan dolayıdır ki camiler bulunduğu coğrafya içinde, benzer görünümlerde inşa edilerek geleneksel birer üslubun da inşasını ve sürdürülmesini sağlamışlardır. Söz gelimi Türkiye’de camilerin mimari biçimleri bugün hala geleneksel forma yani Osmanlı klasik dönem üslubuna gir(ebil)meyi tercih etmektedir. Hatta bir yapının cami hüviyeti taşıyıp taşımaması o yapının geleneksel biçimlere benzeyip benzememesiyle yakından ilişkili görüldüğünü söylemek zor olmasa gerek. Buna karşılık özellikle kültür-mimarlık camiasının kahir ekseriyeti, caminin eskiyi tekrar ederek inşa edilmesinin doğru olmadığı; caminin standart biçimlere indirgenmesi ve geçmişin tekrarı şeklinde inşa edilmesine sözlü, yazılı ve hatta inşai faliyetle karşı çıkabilmektedir. Bu iki yaklaşım durumu, aslında ‘cami tartışmaları’nın bu yöndeki iki ana eksenini teşkil etmektedir. Söz konusu iki tartışma zeminine üçüncü bir zemin eklemek gerekirse; o da geçmişle ile gelecek arasında birleştirici rol oynayacak bir yaklaşım sergilemek ve bu minvalde inşai faaliyet göstermektir. Ve nihayetinde, iki ana eksendeki tartışmaları meczetmek; şeklinde üçüncü bir tartışma zemini meydana getirmek faydalı olacaktır.
Söz konusu tartışmaların, belli başlı camiler etrafında cereyan etmekte olduğunu görmekteyiz. Söz gelimi tartışmanın birinci ekseninde yer alan Ataşehir Mimar Sinan Camii, Çamlıca Cami veya Taksim Camii; projelendirme öncesinden proje sürecine, inşaatın başlangıcından bitimine dek gündemi oldukça meşgul etmiş; konuyla ilgili-ilgisiz çoğu yazarın makale ve köşe yazılarında söz konusu camiler yer edinegelmiştir. Bunların yanında, tartışmaya ikinci bir zemin oluşturma veya tartışmayı başka bir zemine çekmeye aday olan ve bunu büyük oranda başaran Sancaklar Camii, geleneksel biçim ve üsluplara sırtını tamamen dönmekle dikkatleri üzerine çekmiştir. Aynı şekilde, Türkiye “kültür çevresi” tarafından sevilen ancak yıkılmasına karar verilen, bu sebeple daha da öne çıkan TBMM camii de keza bu zeminde kendisinden söz ettirdi. Cami üzerine tartışmalarının tamamını, söz konusu iki zeminde, zikredilen bu camiler etrafında gerçekleştirmek mümkün. Bu iki sınıfın dışında, tartışmalara çok fazla konu olmayan; kamuoyunca daha çekimser bir tutumla karşılanan ancak yine de “kültür dünyası”nca olumsuz eleştirilere maruz kalan camiler arasından Şakirin, Marmara İlahiyat vb. camiler de zikredilebilir.
Çamlıca, Ataşehir Mimar Sinan, Taksim camilerinde olduğu gibi, Türkiye’deki camilerin kahir ekseriyeti benzer üslupta inşa edilmektedir. Yani, Osmanlı/Mimar Sinan döneminde kemâle eren ‘merkezi kubbe’ formundaki cami tipolojisinin, değişen zamana ve tekniğe/teknolojiye rağmen hala yegane üretim biçimi olarak devam ettiğini görmekteyiz. Bir ‘mesele’ olarak görülen ve dolayısıyla tartışma konusu olarak gündemleşen bu durumun arka planında önemli sebeplerin var olduğu muhakkaktır. Ama öncesinde şunu hatırlamakta fayda olabilir: İslam dünyasında şehir, mahallelerden müteşekkil iken mahalle ise birer mescit etrafında teşekkül eder. Bu yönüyle mescit veya cami, mahalle için -hem manevi hem de mekansal- birer ‘merkez’ mesabesindeydi. Başta yalnızca sosyo-kültürel ve manevi birer buluşma yeri gibi görünse de, aslında camiler; Müslümanların, tarih boyunca ‘var olma’larının işareti olarak -mimarlık ve sanat tarihi penceresinden bakıldığında- ustalığın ve güzelliğin en görünür olduğu yapılar olagelmişlerdir. Söz gelimi bu titizlikle neşet eden Osmanlı (özelde Mimar Sinan dönemi) camileri, bu bağlamda tarihsel öneme sahip olduğunu vurgulamak gerekir. Ayrıca bu dönemin camileri bazı temel kaidelerin (kubbe, minare, avlu vb.) oluşumunu sağlamış ve bu da belirli bir üslubu doğurmuştur. Büyük ölçekte Süleymaniye, Selimiye gibi selatin camilerinde; küçük ölçekte, Şemsi Paşa veya Nişancı camilerinde söz konusu üslubun en olgun halini görmek mümkün.
Bu olgunluk hali söz konusu biçimsel formun ya da üslubun bugün de devam etmesini tetiklemiştir. Gelgelelim, bugün bu biçimsel benzerlikler devam ettirilmek istense de, geçen zaman içinde aynı olgunluk gayet tabii sürdürülememiştir. Zira geçen zamana endeksli teknik, malzeme, ustalık ve üretim hızıyla birlikte inşai faaliyetlerde önemli değişimler yaşanmıştır. Bugünün tekniğiyle, malzemesiyle, ustasıyla ve hızıyla tarihi bir cami inşat etmenin mümkün olmayacağı şüphesizdir. Dolayısıyla, söz gelimi Osmanlı döneminde inşa edilen Süleymaniye camisinin kopyasını yapmaya çalışmak, bir çabadan ibaret kalacaktır. Arzu edilen nitelikte bir yapının ortaya çıkmayacağını önceden tahmin etmek zor olmasa gerek. Daha bilindik bir ifadeyle, bir şeyin kopyalamak demek, aslı gibi olamayacağını kabullenmek demek olduğu ise sanırım bir hakikat. Dolayısıyla aslında bu bir çıkmaza da işaret edebilir. Bugün, bu eksende inşa edilen camiler aslında yaşanan bir krizin ürünleri olarak görülebilir. Bu durum bir bakıma zamanı yakalayamama, onun getirmiş olduğu değişimi görememe ve bu değişimle birlikte yeni inşai yorumlar yapamama şeklinde de algılanabilir. Netice itibariyle bugün, beş asır öncesi camilerinin, -tüm detaylarıyla- kopyalanarak tekrar tekrar üretilmesi bu duruma bir itiraf mahiyet taşıyabilir.
Mimarlık ve sanat bağlamında bir değer arayışına gereksinim olmadığı, yalnızca genel geçer bir ibadet mekanı ve sosyal çalışma alanı olarak kabul edilecek bir zeminde bu türden üretim rahatsız edici olmayabilir. Buna mukabil camileri, -tarihsel önemi ya da daha iddialı bir ifadeyle medeniyet inşasındaki yerini de dikkate alarak- salt ibadet mekanı olmakla kalmayıp güzelliğin vücuda geldiği yer olarak görülen bir zeminde, bu üretim biçimi rahatsız edici olmaya başlamaktadır.
Cami inşaatı faliyetlerine hakim olan bu yaklaşımın karşı kutbunda, yani tartışmanın ikinci ekseninde ise, tersine, gelenekle doğrudan bağlantı kurmayı gerekli görmeme durumu söz konusudur. Modern tavrın, her alanda olduğu gibi cami tasarımında/üslubunda da geleneğin getirmiş olduğu tüm tecrübeyi bir kenara koymayı tercih ettiğini görmek burada mümkün. Netice itibariyle bir cami yapısının, istediği herhangi bir kimliğe bürünmesi pekala mümkün olabilmektedir. Hakikatte ise, evet, o yapıyı ‘kendi içinde değerlendirmek’ gibi bir zorunluluk doğmaktadır. Zira geleneksel camilere herhangi bir referans vermemekle birlikte bugüne ve geleceğe yönelik ortak bir dili veya üslubu da getirmemektedir. Bu da bütüncül bir değerlendirmeyi ortadan kaldırmaktadır. Başka bir ifadeyle, her defasında yeni yorumla-yaklaşımla bir cami inşa etmek, karşılaştırmalı bir yöntemle değerlendirme imkanını ortadan kaldırmaktadır. Söz gelimi Sancaklar ve TBMM camileri, kendi bağlamlarında önemli işler olarak görülebilir. Ve, ‘ibadet mekanı’ değil de ‘modern mimarlık’ kıstasları içerisinde kıymetli yerlere sahip olabilecekleri de muhakkaktır. Ancak eğer cami mimarlığında ‘üslup’, ‘kimlik’, (geçmiş-bugün-gelecek arasında) ‘terkip/süreklilik’ arayışı söz konusu ise, bu örneklerin bunu veremeyeceği açıktır. Daha açıklayıcı bir ifadeyle bireysel yorumlarla ortaya konulan camilerin sayasının artması ‘bugünün camileri’nde ortak bir dili meydana getirmeyecektir.
Peki ortak bir dil gerekli midir? Üçüncü tartışma zemininin tam da bu soruyla başladığını söyleyebiliriz. Ortak dilin devam etmesi iki şekilde gerekli görülebilir: birincisi, geçmişle ilişki kurarak geçmişin tecrübesinden istifade etmek, ikincisi ise sınırsız bir kargaşaya bürünmüş kentlerimizin cami vesiyle de birer “kimlik” kazanmasını sağlamak. Daha açık bir ifadeyle bu, ‘geçmişin tekrarı’ şeklinde ya da ‘geçmişin terki’ biçiminde bir üretimden kaçınarak cami mimarisinde ‘geçmiş’ ile ‘bugün’e ilişkin referanslar vererek belirli bir dengeyi ya da üslubu elde etmektir. Aksi halde söz gelimi Çamlıca Camiinin inşasını, ‘geleneğin aktarımı’ndan çok ‘geçmişin kopyası’ gibi algılamak daha yüksek ihtimal olsa gerek ki bu, yalnızca ‘geçmişi yad etmek’ anlamına gelebilir. Buna mukabil bir Sancaklar Camii inşa etmek ise kişisel veya duygusal bir tavır olarak okunabilir ki bu tavır, esas itibariyle mevcut mimarlık/inşa sahasının genel tavrı olarak karşımıza çıkmakta ve “kimlik kaybı” gibi daha geniş bir meseleye de zemin hazırlamaktadır. O halde tam da bu noktada Turgut Cansever’in Antalya’da inşa ettiği Karakaş Camii zikredilebilir. Aynı minvalde Beykoz Hacı Evvab Camiinden de söz edilebilir. Bu örneklerde, geleneksel referanslarını kuvvetlice vererek modern bir cami inşa etmenin pek âlâ mümkün olabileceği görülebilir. Dolayısıyla vardığımız bu noktada camiyi, sosyo-kültürel zeminde ve sanat bağlamı içinde geçmiş-bugün-gelecek arasındaki sürekliliği sağlayan önemli bir ‘güç’ ve ‘nişane’ olarak görmek mümkün.
Not: Bu metni kaleme alırken eş zamanlı olarak bir cami projesinin de tasarımına başlamanın mutluluğunu ve heyecanını yaşamaktayım. Yeri tahsis eden yerel yönetimin tamamen “modern” bir cami talebine karşılık, hayırsever ailenin ise tamamen “klasik” bir camiyi örnek almamızı talep etmesi arsında kalmak, -yazının nihayetinde ifade edildiği gibi- bizi, tam da olması gerektiği bir noktada durmamızı sağlayarak birleştirici bir tavra sürüklemektedir.
Müslüm Botan
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.