Mehmet ŞENLİK
Emaneti Ehline Verin
Kur’an’ı Kerim’de emanet sözcüğü en geniş anlamda kullanılan kavramlardan bir tanesidir. Buna göre Allah’u Teâlâ’nın insanoğluna bahşettiği tüm nimetler birer emanettir; insana verilen servet bir emanettir, sıhhat bir emanettir, hayat bir emanettir, evlat bir emanettir, devlet ve iktidar bir emanettir, bilgi, beceri, akıl; hepsi birer emanettir.
Emanet, gerçek sahibi tarafından geçici bir süre bir başkasının hizmetine sunulan değerdir. Emanet eden, emanet edilene ya güvenmiştir, ya da güvenilir olup olmadığını sınamaktadır. Emanet edilen kimse, emanet karşısında iki farklı tavır takınabilir: Ya ihanet eder, ya da sadâkat gösterir. İhanet ederse hain, sadakat gösterirse sadık ve emin olur. Allah’ın verdiği emanete ihanet etmek, Allah’ın rızası hilafına onu kullanmaktır. Bu nedenledir ki, her günah emanete ihanettir. Ve ihanetin en dehşet sonucu ise, Allah’ın insana olan güvenini zedelemektir.
Bu, emanetin Allah-insan ilişkisine taalluk eden boyutudur. Bir de emanetin insan-insan ilişkisine taalluk eden boyutu vardır ki, Nisâ Suresi’nin 58. ayeti kerimesi, işte bu ilişkinin esasını beyan etmektedir. O da “Emaneti ehline veriniz” fermanıdır.
Bu ayetin nüzul sebebiyle alakalı şöyle bir olay aktarılır: Mekke’nin fethi günü, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, Kâbe’ye geldi ve kapının açılmasını istedi. Cahiliye döneminde de kutsal bilinen ve hizmetinde olmak için insanların yarıştığı Kâbe’nin anahtarı Osman bin Talha adlı birinde bulunuyordu. Bu, yıllardan beri babadan oğula geçerek devam eden bir görevdi. Henüz atalarının dini üzere olan Osman bin Talha, anahtarı getirerek kendi elleriyle Peygamber sallallahu aleyhi veselleme teslim eder. O anda bu şerefli görevin kendilerine geçmesini isteyen birçok Müslüman vardır ve bunlar arasında Hz. Peygamber’in amcası Abbas da bulunmaktadır. Ancak Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Kâbe’yi açtırıp içindeki putları temizletip iki rekât şükür namazını kıldıktan sonra henüz Allah’a teslimiyetini dahi açıklamamış olan eski sahibine anahtarı uzatır. Bu durum, orada bulunan birçoğunun arzusunun hilafına olsa da başta Osman bin Talha olmak üzere birçok Kureyşinin, Hz. Peygamber’in, görev dağılımında yakın olmayı değil; ehliyet ve liyakati esas aldığını görmelerini sağlar.
Emanetin sahiplerinin emanet edecekleri insanda ilk arayacakları şart ehliyet ve liyakattir. Kişinin ehil ve lâyık olması için önce bilinç ve bilgi şarttır. Emanete riayet bilinci ve emanet edilen şeyi yerli yerinde kullanma bilgisi. Peki, bir insanın emanete riayet bilincine sahip olduğunun ölçütü nedir? Kısaca, Allah’a ihanet etmemesidir. Peki, Allah’ın emanetine ihanet etmekten utanıp sıkılmayan birilerinden kulun emanetine ihanet etmemeleri beklenebilir mi? Ya da, hayatını, her şeyini borçlu olduğu Allah’ın emanetine ihanet edenleri, ikbal ve iktidarını borçlu olduğu halka ihanet etmekten hangi şey uzak tutabilir?
Aklını vahyin inşa ettiği herkes çok iyi bilir ki, “benim” dediği her bir şey aslında kendisine bahşedilmiş birer emanettir. İnsana ait mutlak mülkiyet yoktur. Çünkü mutlak malik yaratıcıdır. Kur’an’da geçen Allah’ın güzel isimlerinden “el-Melik” ismi bunu ifade eder. İnsana verilenler hep birer emanettirler. Bu emanetleri var ediliş amacına uygun kullanan, emanete sadâkat göstermiş olur; tersine davranan emanete ihanet etmiş olur.
O halde yukarıdaki ayeti kerimenin muhatabı kimdir? Bu soruya birçoğumuz peşin fikirle şu cevabı verebiliriz: “Emaneti tevdi eden kimseler”. Yani seçme makamında olanlar. Ya da emir verme, hükmetme, tayin etme, tercih etme makamında olanlar. Seçimlerde kullanılan oydan, bir sivil toplum kuruluşuna yönetici seçmeye, işinin başına birini atamaktan memur atamaya varana dek her bir iş, her bir vazife bir tercih birer emanettir.
Ancak bu cevap yeterli değildir. Bu ayetin üç muhatabı vardır. Birincisi doğrudan, diğer ikisi dolaylı muhataplarıdır.
1. Seçme, tayin etme ve talim verme makamında olan muhataplar,
2. Ehliyet ve liyakat sahibi olmadığı halde, seçilmek için çırpınanlar,
3. Ehliyet ve liyakat sahibi olduğu halde görev ve sorumluluk almaktan kaçanlar.
Birinci derecedekilerin sorumluluğu emaneti ehil ve lâyık olana vermektir. Bunun için de ehil ve lâyık olanla olmayanın arasını ayıracak bir bilgi, bilinç, basiret ve ferasete sahip olmaları gerekir.
Birinci derecedekiler için geçerli olan, ikinciler için de geçerlidir. Eğer ehliyet ve liyakati doğru tarif ederlerse kendilerinin o işe ehil olmadıklarını itiraf eder ve kaldıramayacakları yükün altına girmezler.
Üçüncülere gelince! Bunların yerine ehil birileri seçilmişse onlara bir vebal yoktur; değilse büyük bir vebal altındadırlar… Emanetini hakkını verenlerden olmanız dileğiyle.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.