En Ağır Musibet
“Kâğıtları yaksanız bile onlar benim kalbimin üzerine yazılıdır. Ayaklarım nereye yönelse onlar benimle gelir. Benimle biner, benimle iner. Hatta benimle kabre girer, siz buna mani olamazsınız.”
“Kâğıtları yaksanız bile onlar benim kalbimin üzerine yazılıdır. Ayaklarım nereye yönelse onlar benimle gelir. Benimle biner, benimle iner. Hatta benimle kabre girer, siz buna mani olamazsınız.”
Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bunlar son sözleri olmuştu. Ne ki hasımlarının kulaklarından kalplerine hiç inmediğine emindi.
Cayır cayır yanan devasa bir ateş, köşkün avlusunda yanıyordu. Askerler durmadan kitap taşıyor, bu ateşin içine atıyorlardı. Kitaplar onun kitaplığına aitti. Bazıları kendi kitapları, bazıları da başka âlimlerin kitaplarıydı. Ortalığı yanmış kâğıt/deri kokusu sarmıştı.
Karşısında bir ateş vardı ve bu ateşin yakıtı ilim, irfan ve göz nuruydu. Sanki gönlünü kafesinden söküp ateşe atmış, yakıyorlardı. Ruhu feryat figan ağlarken karşısında toplaşmış olan düşmanına karşı, gözlerinden yaş akmaması için insanüstü bir çaba harcıyordu.
Geceler boyu göz nuru, gönül yaşını akıttığı ilim deryası kütüphanesinin yanışını izliyordu. Bu tartışmasız başına gelen en ağır musibetti.
****
Kurtuba’da bir ramazan günü, bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Babası ona Ali ismini koyacaktı. Fakat tarih boyunca insanlar ona İbn Hazm diyeceklerdi. Vezir olan babası sayesinde Kurtuba hilafet sarayında büyüyecek, eğitim ve öğretimini zamanın en iyi hocalarından alacaktı. Kültürlü ve aristokrat bir çevrede yetişmiş, ciddi bir ilim disiplinine sahip olmuştu. İlim disiplini ve geniş imkânları sayesinde çok genç yaşlarda pek çok ilimde otorite olmuştu. Durmadan kitap okur, bazen yazardı. Nerede kütüphanesinde olmayan bir kitap görse hemen çoğaltarak ona da sahip olurdu.
Vakta ki Kaderin rüzgârı yön değiştirdi. Onun hayatı da tersine dönmüştü. Vezir olan babası amansız taht kavgalarının, akıl almaz entrikaların kurbanı olmuş, her şeyini kaybetmişti. Dostları onları yalnız bırakırken, açık/gizli tüm düşmanları ellerini ovuşturmuşlardı.
Vezaretini ve bütün imkânlarını kaybeden babası, yaşadıklarının üzerine bir de büyük oğlunu kaybedince dayanamayıp ölmüştü. Fakat hiçbir şey İbn Hazm’ın yüreğini bu ateş kadar yakmamıştı.
Başına gelenlere hiç aldırmamış, vereninde alanında Allah olduğunu bilerek bir imtihandan geçiyordu. Şimdi derin bir suskunluk içinde ateşten yükselen kirli bir dumanın Endülüs semalarını siyaha boyamasını izliyordu. Gökyüzüne yükselen bu dumanın ateşten mi yoksa hasımlarının kara kalplerinden mi göğe yükseldiğini düşünüyordu. Onu ilim, münazara ve cedelle yenemeyen güruhun, bu yangını izlerken gözbebeklerine oturan parıltıyı, ovuşturdukları ellerini görüp onlara acıyordu.
Hasımları bu kitapların, sinesindeki ilmin yalnızca basit bir aynası olduğunu bilmiyorlardı. Hakikatte bir kitap ilmin yalnızca aynası olabilirdi. Ve aynayı kıran surete bir zarar vermiş olmazdı. Asıl ilim sinesindeydi ve bunu asla yok edemeyeceklerdi. İlim, Âlim olan Allah’ın bir emaneti, bir lütfuydu ve onu da dilediği kişiye verirdi.
Hakikatte kitap yakmak Müslüman âdeti değildi. Müslüman kimden gelirse gelsin, ilmi kabul eden ve aldığı ilmi üzerine sürekli ekleyerek yukarıya taşıyandı. Bu maden bulan bir insanın onu alıp işleterek parlatarak kıymetini yükseltmesine benzetilebilirdi.
Müslüman ilim ve kültür savaşını, daha iyisini yaparak kazanırdı. Bunların yaptığı olsa olsa bir haçlı âdetiydi. Zira onlar ilme değer vermez, kitap yakar ve bunun sonucunda Müslümanları yeneceklerini sanırlardı.
Bir seyahati sırasında basiretli bir rahip tanımıştı. İlim irfan mevzuları açılınca dertlenmiş, hüzünle:
“ Ahh ah, bizimkiler ilmin kıymetini ne zaman anlayacaklar. Bazı zayıf çabaları saymazsak, ilme kıymet veren yok. Yakıp yıkarak kazanan olmamış bu güne kadar. Müslüman âlimlerin önünde diz çöküp ilim öğrenmeliler. Yazık ki ilim namına hiçbir şey yapmadıkları gibi, her girdikleri memlekette kitap yakarak, ilme düşmanlık ediyorlar. Azizim, ilme düşmanlık ederek yükselen bir medeniyet var mıdır? Oysa o kitaplar göz bebeği gibi korunmalıydı.” Demişti de o zaman bu sözlerin hakikatini anlayamamıştı.
Daha fazla bu yangına bakmak, bu dumana maruz kalmak istemedi. Ailesinden birkaç kişiyle birlikte çıkıp gitti. Neyse ki iktidarın iki yüzünü de iyi biliyordu. Muktedir olan her daim eşref ile esfel arasında yaşardı. Başını ipek yastığa da yağlı urgana da koyabilirdi. Her zaman en yüksekte olan düşüşe en yakın olandı. Mal, mülk ve itibar bunların pul kadar kıymeti yoktu. Ona göre insanlar ölümün çocuklarıydılar.
Buna genç bir çocukken de şahit olmuştu. Fakat onca yaşadıklarına ve fitne ortamına rağmen Kurtuba’ yı terk etmemişti. Şimdi ise çıkıp gidiyordu.
Bu kütüphaneyi yakan kara cahillere ve âlim görünen hasımlarına verilecek en güzel cevabı verecekti. Hiç üşenmeyecek bu kütüphaneyi, sabırla küllerinden inşa edecekti. Göğü boyayan bu dumanı mürekkep niyetine kullanacaktı. Kalbinde saklı bulunan ilimleri yeniden kâğıtlara nakşedecekti.
Düşündüğünü yaptı da. Gecelerce uykuyu unuttu. Gündüz pek az başka işlerle uğraşır, onun dışında hep ilimle meşgul olurdu. Vefat edene kadar böyle yaşadı.
Vefatından sonra da İbn Hazm, bir ilim pınarı gibi çağıldayarak günümüze kadar ulaştı. Hasımlarının isimleri bile bilinmezken biz onu; Din, tarih, şiir, soy bilimi, dil ve edebiyat alanlarında 400’e yakın eser yazmışken bunlardan yalnızca 40’ı elimize ulaşmıştır. İbn Hazm’ın Kitab-ul muhallası zahiri mezhebini sistemleştirmiş, diriltmiş, günümüze kadar taşımış, çok kıymetli bir eserdir.
Halen doğuda ve batıda birçok medrese, üniversite ve enstitüde kitapları okunuyor ve ilim pınarı akmaya devam ediyor. Allah rahmet eylesin.
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.