Mehmet İkbal ATAK
Erbil-Bağdat Geriliminde Türkiye`nin Rolü
İşgal döneminden devredilen ve henüz çözülemeyen sorunların çatışmalara dönüşmesi gibi son derece ciddi bir tehlike belirivermiştir. Türkiye’nin burada çatışma tehlikesini dindirmek yerine körükleyici bir rol üstlenmesi, olası sonuçlar bakımından en fazla Türkiye’yi etkileme potansiyeline sahip iken, Ankara merkezli siyaset ve bağlı medya kurumlarının bu durumu “Türkiye’nin bölgede etkisi yükselen ülke” yaklaşımıyla izah etmeye çalışması, ibretlik bir tablo oluşturmaktadır.
İşgal sürecinin sonunda Irak’ta yönetim bazında belli bir şekillenme ortaya çıktı. Buna göre federal bir yapı kabul edildi ve Kürdistan bölgesi özerk bir yapı olarak ortaya çıktı. Demografik yapının verdiği avantajla Şii kesim, merkezde ağırlığını hissettirirken, Sünni Araplar konumlarından memnun kalmadı. Türkmenler ve diğer bazı kesimler de hakeza kendilerine biçilen ya da biçilmeyen siyasal konumu kabullenmiş değiller.
Sünni Araplar ile Şiiler arasındaki güç mücadelesi hayli çetin geçtikten sonra şu anda nisbi bir sessizlik hakim durumdadır. Çokça abartılan Tarık Haşimi meselesi dışında son süreçte ciddi bir durum yaşanmadı.
Önce Sünni Araplar ve Şiiler arasında ciddi sorunlar yaşandı; Şimdi ise Kürt bölgesi ile merkezi hükümet arasında yaşanan sorun ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Kürt yönetimi ile Bağdat merkezi hükümeti arasında yaşanan sorun her ne kadar Maliki’nin şahsına münhasır kılınsa da aslında federal yapı çerçevesinde açıklığa kavuşturulamayan belli meselelerin oluşturduğu ihtilaflardan kaynaklanmaktadır. Özerk Kürt yönetimi ile merkezi hükümet arsında Kerkük başta olmak üzere belli bazı bölgelerin statüsü/idaresi, petrol gelirlerinin paylaşımı, merkezi bütçeden alınacak pay gibi bazı temel meseleler çözüm bekleyen başlıca konu başlıklarıdır.
Burada Kürt yönetimi, daha fazla kazanım elde ederek kazanımlarını pekiştirmek isterken, merkezi hükümet de kendi lehine olacak şekilde adımlar atma peşindedir. Elbette bu bir pazarlık meselesidir ve her iki taraf da kendi menfaatlerine uygun bir pazarlık sürecini yürütmektedirler. Dolayısıyla bazı meselelerin tartışmalara yol açması veya pazarlık sürecinin uzaması da normaldir. Ancak normal olmayan durum, pazarlık veya tartışmaların fiili çatışmalara dönme ihtimalini doğurmuş olmasıdır. Durumun bu denli kötüye gitmesinin ana zemini yerel ile merkezi yönetimin analaşamadığı konular olsa da tetikleyici faktör olarak bölge ülkelerinin, özellikle de Türkiye’nin oynadığı rolün süreci çatışmalara götürecek bir potansiyel taşıdığını görmek mümkündür.
İşgal sürecinde ve genellikle de işgalcinin dayatmasıyla oluşturulan siyasal şekillenmenin, işgalin etkisinin hafiflemesiyle beraber yeni bir tartışma hatta çatışma sürecine dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu bir konjonktürde iç ihtilafları tetiklemek suretiyle taraf tutan bölge ülkelerinin her seferde farklı gruplar üzerinden Irak sahasına müdahil olma çabaları, yerli grupların uzlaşı ihtimallerini de zayıflatmaktadır.
İlk evrede çoğunlukla bölgedeki Arap ülkelerinin Sünni Araplar üzerinden Irak’a müdahale etme girişimleri, iki kesim arasında sonu felaketle biten bir çatışma sürecinin kapısını araladı. Şu anda ise, potansiyel tehlikenin bir ucunda -isterseniz Maliki deyin- merkezi hükümet var; diğer uçta da Kürt yönetimi. Merkezi hükümete ayar çekmede başarısız olan Arap ülkeleri ise rollerini Türkiye’ye devretmiş durumda.
Aslında Türkiye’nin Türkmenler üzerinden Bağdat ve Erbil politikası belliydi. Kerkük bölgesinin Kürdistan’a bağlanmasına şiddetle karşıydı ve bu ikilemde Bağdat’tan yana tavır geliştiriyordu. Ancak geçen iki yıllık sürede Bağdat’la ilişkilerin gerilmesi, merkezi hükümetle sorun yaşayan Kürt yönetimini Ankara’nın gözdesi haline getirdi. Gerçi Kürt yönetimiyle geliştirilen ilişkilerin sebebi sadece bu değildi. En başta Amerika’nın bölgenin geleceğinde yararlanmayı düşündüğü “Kürt-Türk ittifakı”na yatırımı olmak üzere Türkiye’nin Kürt sorununu ve PKK’den kurtulma düşüncesini Barzani üzerinden kuşatmaya alma politikası da ilişkilerin gelişmesinde etkili oldu. Suriye’de baş gösteren “Kürt tehlikesi” ise Barzani faktöründen yararlanma düşüncesini iyice pekiştirdi. Türkiye bu tür nedenlerle Erbil’e paha biçemezken, Barzani de, merkezi hükümetle yaşadığı sorunlar karşısında Ankara ile ilişkilerini pekiştirmek suretiyle elini güçlendirme yoluna gitti.
İyi de Bağdat’la Ankara’nın ilişkileri neden gerildi? Bunu anlamak için işgalin fiili olarak tam değilse de hukuki olarak sona erdiği Ocak 2011 tarihi ve sonrasına bakmak yeterli. Bu tarihte işgal hukuki anlamda sonlandırılırken Amerika’nın Irak’ı kontrol etme görevini Türkiye’ye devretmesi, Bağdat’la ilişkilerin gerilme sürecini de başlatmıştı. İşgalin bittiği varsayılan tarih olan Ocak 2011 döneminde Amerika-Bağdat-Ankara üçgeninde yaşanan yoğun diplomasi trafiği ve konu üzerinde o dönemde yapılan yorumlara müracaat ederseniz, Türkiye’nin işgal sonrasında Irak’a kontrol memuru olarak tayin edildiğini daha net görebilirsiniz.
Türkiye, aldığı bu rolle Bağdat’a ağabeylik taslamaya başlarken, işgalden yeni yeni kurtulan Maliki yönetiminin “bağımsız ülke” söylemini geliştirerek komşuların içişlerine müdahalesine sıcak bakmayacağına dönük söylem ve tavırları “kontrol memuru Türkiye”nin tepkisini çekti. İlişkiler gerildi ve Maliki hükümeti “Şii diktatörlükle” suçlanarak hedefe konuldu. İlk etapta Maliki hükümetinin parlemento desteğinden yoksun bırakılarak düşürülmesi stratejisi geliştirildi. Türkiye’nin tavrı, “Şii diktatör Maliki”nin devrilerek yerine “Laikçi/Amerikancı Allavi”nin iktidara taşınmasına endekslendi. Aylarca süren manevralar yapıldı. Talabani karşı çıkarken Barzani bu konuda Türkiye’nin dümen suyuna girdi. Türkiye’nin dümen suyuna giren başkaları da oldu. Mukteda Sadr grubu ve diğer bazı Şii partiler de Maliki’yi devirme toplantılarının müdavimleri arasına girdiler. Ancak Şiileri bağlayan en etkin dini merci olan Sistani’nin devreye girerek dönen ayak oyunlarını mahkum edip siyasi istikrara vurgu yapan açıklamalarda bulunması, Maliki’yi devirme hayallerini başka bahara erteledi. Erdoğan’ın bu anlamda Sistani’yi ziyaret etmesi de fayda vermeyince Bağdat ile Ankara ilişkileri tamamen kopma noktasına geldi.
Burada Maliki’yi terbiye metodu olarak merkezi hükümetle Kürt yönetimi arasında yaşanan ihtilaflarda politika değişikliğine giderek Erbil’den yana tavır geliştirilmesi, Ankara’nın yeni politik anlayışı olarak beliriverdi.
İyi de çatışmanın eşiğine gelen Erbil-Bağdat geriliminde Barzani-Maliki faktörünün hiç mi hataları yok? Derseniz;
Daha önce Şii kesimle birlikte hareket eden Barzani faktörünün kaybedilerek Türkiye’ye kaptırılması, tabii ki Maliki yönetiminin bir yerlerde hata yaptığını göstermektedir. Bu hata, yaşanan ihtilaflardan kaynaklanan doğal hatalar mı; yoksa iddia edildiği gibi Maliki’ye atfedilen diktatörlük eğilimleri midir? Bu, Türkiye’deki propagandadan bağımsız olarak irdelenmeye muhtaçtır.
Kürt yönetimi ve Barzani ise, merkezi hükümete rağmen daha çok Türkiye’nin verdiği güvencelere güvenerek Bağdat’a rest çekmesi ve bağımsız bir ülkenin lideri gibi hareket etmesi, gerilimi çatışmaya doğru götüren diğer bir faktördür. Şimdilik çatışma tehlikesinin kalktığı söylense de, merkezi hükümetle yaşanan ihtilaflar hala yerinde durmaktadır.
Peki, çevre ülkelerin emellerinden uzak durarak Bağdat’la ilişkileri bir şekilde sürdürerek çözüm yolunu zorlamak mı, yoksa merkezi hükümetle sonu felaket olacak bir savaşa tutuşmak mı Kürt yönetimi için daha faydalı olacaktır. Bence asıl tartışılması gereken budur.
İki kesim arasında şayet bir savaş baş gösterirse, Irak içerisindeki güç dengelerine göre durum ne olur? Kürtler kazanımlarını pekiştirmiş mi olacak? Yoksa tam tersi mi olacak? Eğer Kürtler üstün gelecek diyorsanız, o halde neden bağımsızlık ilanında bulunmayıp Irak’a bağlı bir bölgesel statüyle yetinilmektedir?
Ya da, Maliki gidip yerine Ankara ile dirsek temasına girecek bir iktidar gelirse, bugün Ankara’ya güvenen Barzani yönetimini harcama sürecinin gelişmeyeceğinin garantisini kim verecektir?
Daha önemli bir mesele de, Amerika’nın neden tüm bu olup bitenlere ses çıkarmadığı meselesidir. Amerika’nın bu suskunluğu farklı spekülatif yaklaşımlarla izah edilmeye çalışılsa da, aslında Amerika’nın Maliki’ye karşı geliştireceği tavır zaten Ankara tarafından icra edilmektedir. Maliki yerine Allavi’nin tercih edilmesini başka nasıl izah edeceksiniz? Kaldı ki bir taraftan Amerika bu şekilde dolaylı tavır icra ederken doğrudan tavır koymamasını da merak ediyorsanız, Irak’ın baştan sona imar edilmeyi bekleyen bir petrol ülkesi olduğunu, işgal sürecinde tek yanlı olarak alınan imar ihaleleri ve imzalanan dev petrol anlaşmalarının bulunduğunu, aynı zamanda iyi bir silah alıcısı konumunda olduğunu, bundan dolayı da doğrudan müdahalenin gereksizliğine inandığını bilmekte yarar vardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.