Ey Sevgilicik, Ağlama! Sus!
“Ey sevgilicik! Ağlama, sus!” diyor bir ses. Kaldırıyor başını Beşir. Allah Resulü (sav)’ün elleri saçlarında, okşuyor onu. Kalbinde ise akan şefkat gözyaşları…
Beşir (Bişr) b. Akrebe der ki:
“Babam Akrebe, Peygamber (sav)’in yanında savaşıp Uhud’da şehid olmuştu. Ben babam için ağladığım bir sırada, Peygamber (sav) yanıma uğradı ve bana; “Ey sevgilicik! Ağlama, sus! Ben senin baban olursam, Aişe de anan olursa razı olmaz mısın?” buyurdu. “Anam, babam sana feda olsun ya Resulullah, evet razı olurum” dedim. Resulullah (sav) başımı sığadı. Başımın saçları ağardığı halde, Resulullah (sav)’ın elinin değdiği yerlerin saçları siyah kaldı, hiç ağarmadı. Dilimde de pelteklik vardı. Resulullah (sav) ağzıma püskürünce peltekliğim de geçti. Resulullah (sav) bana; “Senin adın ne?” diye sordu. “Bişr” dedim. Resulullah (sav); “Hayır! Sen Beşir’sin” buyurdu.”[1]
Dünyası yıkılmış Beşir’in… Matem nağmeleri dökülüyor çatlamış dudaklarından. Hıçkırıkların şiddetiyle boşalıveriyor gözlerinden yaşlar. Nice Hüseyinler, Ahmetler, Abdusselamlar, Aliler, Zekiler, Sümeyye, Zeyneb, Zehralar gibi, ağlıyor minik Beşir. Çünkü kucağına alıp kendisiyle oynayan babası şehit olmuştur onun. Derinden derine sızlıyor, kan rengine bürünmüş gözleri. Mahzun mu mahzun; yaralıdır, kanıyor yüreği Beşir’in. Çünkü ellerinden tutup gezdiren, saçlarını okşayıp tarayan babası yoktur onun! Nice Selman, Abdullah, Yunus, Ata, Şehmus, Bilal, Fatma, Hacer, Rümeysa, Meryem, Haticeler gibi… Çökmüş omzuna dünyanın bütün ağırlığı, zamanın bütün acımasızlığı ve yudum yudum çiledir, boğazından geçen. Alev alev ateştir yüreğinde alevlenen. Çünkü sırtını dayayıp kollarına atıldığı babası yanında değildir onun. Nice Mustafa, Cemal, Muhammed, Abdurrahman, Susa, Aişe, Şuheda, Sümeyralar gibi…
“Ey sevgilicik! Ağlama, sus!”
Merhamet Peygamberi Hz. Muhammed (sav) yürüyor arşı titreten adımlarla. Ağlıyor Beşir. Uhud’da şehid olmuş babası. Emanetini mutmain bir kalple teslim etmiş Rabb-i Rahim’ine. Yetim kalmış Beşir. Yanıyor yüreği. Küçük yaşta babasız kalmak zor geliyor ve akıyor gözlerinden firak gözyaşları.
“Ey sevgilicik! Ağlama, sus!” diyor bir ses. Kaldırıyor başını Beşir. Allah Resulü (sav)’ün elleri saçlarında, okşuyor onu. Kalbinde ise akan şefkat gözyaşları… “Ağlamak mı? O da ne Ya Resulullah? Olur mu öyle şey, ey gönüllerin tabibi!” Seviniyor Beşir. Unutuyor hüznü, kederi. Dile geliyor kelimeler, söyletiyor ona Kadir−i Zülcelâl: “Anam, babam sana feda olsun ya Resulullah!” cümleleri dökülüyor tatlı peltek dilinden.
Hep “Ayrılık dünyası” deriz ya! Kimimiz babamızdan, kimimiz anamızdan, kimimiz çoluk−çocuğumuzdan bir şekilde ayrılmaktayız bu fani dünyada. Bir hüzün sarar kalplerimizi, incelir duygularımız; yaş olup boşalır gözlerimizden. Babasının mezarında, annesinin ayrılığında ve oğlu İbrahim’in vefatında gözyaşı döken Resul−i Kibriya (sav) gibi. Belki de bundandır ki ayrılıkların en zor olanı küçük yaştaki çocukların babalarından, annelerinden ayrılmalarıdır. Sığınakları, zorlandıklarında yardım diledikleri, öfkelerinden bile yine kendilerine sığındıkları anne−babalarından ayrılmalarıdır.
Böyle bir ruh halini yaşayan bir yetime sahip çıkıyor o büyük insan. Okşuyor saçlarını, ortak oluyor dertlerine. Bizler de onun ümmeti olarak, onun takipçileri olarak yakınımızda, çevremizde bulunan yetimlere, öksüzlere, yoksullara sahip çıkmalıyız. O çocukların yerinde bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz de olabilirdi. Bir nebze de olsa onları sahiplenerek yüreğimizi yüreklerine ortak etmeliyiz. Bunu bir sorumluluk ve vazife telakki edip bir prensip olarak hayatımıza yerleştirmeliyiz. Sehl b. Sa’d es Saidi (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav) orta parmakla şehadet parmağını biraz açıp işaret ederek; “Ben ile yetimin işlerini üstlenen kişi cennette şöyleyiz” buyurdu.”[2] Yetime sert davranmayı, Ahiret ve hesap gününü[3] dini yalan saymakla vasfediyor Allah−u Teala: “Dini yalan sayanı gördün mü? İşte yetime karşı sert davranan ve yoksula yemek vermeyi teşvik etmeyen odur.”[4]
İslam; yetimleri, öksüzleri sorup sahiplenmeyi teşvik etmiştir. Bu konuda her birimizin kendisine göre yapabileceği bir şeyler vardır mutlaka. Bu ister bir baş okşama, ister tatlı bir söz veya tebessüm şeklinde olsun… Maddi olarak imkânımız yok deyip alakasız kalmak mazeret olamaz. Ama incitmeden, yarayı sarayım derken daha da müzminleştirmeden. Usulüne göre, hikmetle…
Hz. Cafer’in zevcesi Esma binti Umeys der ki: “Cafer ve arkadaşları şehid oldukları zaman, Resulullah Aleyhisselam yanıma geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Resulullah (sav) bana; “Ey Esma! Cafer’in çocukları nerede? Beni Cafer’in oğullarının yanına götür!” buyurdu. Ben de kendisini onların yanına götürdüm. Onları bağrına basıp öptü ve kokladı. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Ya Resulullah! Anam−babam sana feda olsun! Seni ağlatan nedir? Sen niçin oğullarıma, yetimlere yaptığın gibi yapıyorsun? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti? Herhalde Cafer’den sana bir şey erişmiş olmalı” dedim. Resulullah (sav); “Evet! Onlar bugün şehid oldular” buyurdu. “Vah efendim! Vah Cafer’im!” diyerek feryat etmeye başladım. Kadınlar başıma toplandı. Resulullah (sav); “Ey Esma! Sakın ağzından kaba ve uygunsuz sözler kaçırma ve göğsünü de dövme!” buyurdu.”
Oğlu Abdullah b. Cafer de der ki: “Resulullah Aleyhisselam, benim ve kardeşimin başını okşarken, ben onun yüzüne bakıyordum. Gözlerinden süzülen yaşlar, sakalından damlıyordu. “Ey Allah’ım! Cafer, hiç şüphesiz sevabın en güzeline doğru ilerleyip vardı, kavuştu. Sen iyi kullarından olanların zürriyetlerine halef olduğun en güzel şeylerle onun zürriyetine de halef ol!” diyerek dua etti.”[5]
“Birbirlerini sevmek, karşılıklı merhamet göstermek ve birbirlerini gözetmek bakımından müminler, uzuvlarından biri rahatsız olunca geriye kalan kısmı uykusuz ve ateş içinde kalarak o uzvun derdine ortak olan bir vücut gibidir”[6] sırrınca, anne−babalarını kaybetmiş, babalarından ayrı kalmış çocukları kendi çocuklarımızı düşündüğümüz gibi düşünmek durumundayız. Başımızı ellerimizin arasına alıp tefekkür edelim. Akşam eve gidiyoruz. Kapıyı çalıyoruz ve bizi karşılayan çocuklarımız sevinç çığlıklarıyla boynumuza atılırken, biz de karşılık verip onları kucaklayarak sevinçlerini paylaşırız. Peki ya, bir ömür boyu o kapıyı çalacak babası olmayanlar! Sıcak odamızda, sıcak kucağımızda çocuklarımız etrafımızı sarıp oynarken, şakalaşıp mutluluk gülücükleri dağıtırken, ya duvardaki babasının resmine bakıp minik yaşında defalarca gözyaşlarına boğulanlar! Sokakta, okulda, camide çocukların; “Babam şöyle yaptı, böyle dedi, bana şunu alacak…” şeklinde birbirleriyle konuşurken bir köşeye çekilip gözyaşı dökenler… Ya; “Anne! Babam ne zaman gelecek?” diye soran minik yavrularıyla beraber gözyaşlarını yüreklerine gömenler! Ya teselliye muhtaçken teselli vermek zorunda kalanlar! Ve daha nice sessiz çığlıklar…
Takdir−i ilahinin hakkımızdaki hükmüymüş
Muhammed Mustafa’nın hali de buymuş
Baba kucağına hasret, firak gözyaşları dökmek
Meğer imtihan alevinde payımıza düşen buymuş
Varsa sonunda rıza−i ilahi olsun be ana
Katlanırız beraber kardeştir mü’minler ana
Sakın üzülme halime, sözümdür bu sana
Cennette buluşmak bir müjdedir Resul’den sana ve bana
“Allah’ım! İki zavallının, yani yetim ile kadının hakkının ağırlığını önemle belirtiyor ve haklarını gözetmeyenleri uyarıyorum”[7]
İnzar Dergisi
[1] İslam Tarihi Hz. Muhammed Aleyhisselam ve İslamiyet 4. Cilt
[2] Sahih−i Buhari Muhtasarı Tecrid−i Sarih 1877. Hadis
[3] Safvet-üt Tefasir 3. Cilt, Celaleyn Tefsiri Maun Suresi
[4] Maun Suresi: 1−3
[5] İslam Tarihi Hz. Muhammed Aleyhisselam ve İslamiyet 6. Cilt
[6] Riyaz-üs Salihin 274. Hadis
[7] Riyazüssalihin 270. Hadis
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.