Mehmet GÜLSEVER
İnsansız insan olunmuyormuş anladık
Nacizane ben de camiye gittiğim için 28 Şubat’ta bir yıla yakın cezaevi yattım. Mâlum bu memlekette cezaevi yatmamışsan pek adam muamelesi yapmazlar. Zira muhalif isen sisteme, muhalefetinizin büyüklüğüne küçüklüğüne bakmaksızın suçluydunuz ve cezaevi yatardınız. Muhalif değilseniz de zulmün savunucususunuz demekti ki o da çok ayıptı. Erkek adama yakışmazdı. Zira her türlü özgürlüğün kısıtlandığı, her türlü hak ve hukukun çiğnendiği tek tip insan modelinin yetiştirildiği bir dönemde “muhalif” olmamanız için aklı nakıs veya kalbi sağır olmanız lazımdı. Hele ki Müslüman idiyseniz, üstüne bir de Kürt iseniz suçlu olmanız için yeterli bir sebepti ve muhalif olmamanız için merkep olmanız lazımdı.
Zira yasal ve anayasal suçtu Kürt ve Müslüman olmak. Her ne kadar konjonktürel olarak bugün bir müeyyide uygulanmıyorsa da her vatandaşı Türk ve laik kabul eden ve bunların dışına çıkmayı suç kabul eden anayasanın 2. ve 66. maddesi halen yürürlüktedir. Yani yarın birilerinin kafası bozulur ya da “kafası bozuk” biri gelirse; ‘ben laik değilim, ben Arap’ım veya Kürt’üm’ diyen herkes kanun karşısında anayasal suç işlemiş sayılır ki hakimin insaf ve yorumuna bağlı olarak müebbet bile alabilir.
Asıl konuya dönecek olursak cezaevi yattığınız zaman toplumun özgürlüğü uğruna ne büyük bir kişisel özgürlüğünüzü feda ettiğinizi ve ne büyük bir iş yaptığınızı anlıyorsunuz.
Bugün yanı başınızda duran anne ve babanıza gidemiyorsunuz. Usul usul yağan yağmurun altında yürümek bu kadar keyifli miydi? Pencereden bakmakla yetiniyoruz, iç geçiriyoruz.
Keyfinizce çoluk çocuk haftasonu alışverişe çıkmak; korkmadan, çekinmeden eşyaya ve insana dokunmak ne büyük özgürlük. En ucuz ve en iyisini alma çabamız… Hele indirimde olan pirinci fazladan almak… Hanıma bütçemi aştı diye sitem etmek ne büyük hazmış. Dayıya, amcaya, halaya, teyzeye gitmek çocuklar için ne büyük heyecandı. Bizim için sıradan olan bu ziyaretlerin ne büyük nimet olduğunu şimdi en az çocuklar kadar anladık. Konu komşu ile bir araya gelip sohbet etmek, ekmek su kadar değerliymiş. Komşunun çaya gelme teklifini ‘hastamız var’ diye reddettiğimiz bolluk günlerinin acısını çıkartırcasına…
Birkaç arkadaşla buluşup gayesiz, gailesiz dolaşmak çok sıradandı ve çoğu kez mâzeret uydurur gitmezdik. Ama bu keyfe değer biçebilen var mı bugün?
Ya evlerimiz! Özene bezene aldığımız ve süslediğimiz, iş çıkışı bir an önce kucağına atlamak için sabırsızlandığımız, insanoğlunun özgürlüğünün neredeyse sınırsız olduğu evlerimiz… “Tatil olsa da evde kalsak” dediğimiz, çoluk çocuğumuzla doyasıya hasret gidermeye vakit yetiremediğimiz evlerimiz… Şimdi birer kabusa dönmüş, ruhumuzu sıkan birer cendereye dönüvermiş.
Bir haftasonu arabanızla pikniğe gitmek bu kadar değerli miydi? Çocuklar zorlamasa çoğu kez gitmezdik. İşe gitmenin her sabah canımızı sıktığı itirazımızın cezasını, şimdi işe gitmeye can atmayla ödüyoruz.
Camiye, cumaya gitmemek için ne fetvalar arardık. İlk cumanın ne kadar görkemli geçeceğini şimdiden görür gibiyim. Cami, caddelere taşacaktır herhalde.
İnsan insansız yaşayamaz; anladık. Birbirimizin kurdu olmayı öğretmişlerdi bize. Ama virüs insana, insansız yaşamasının hiçbir tadının tuzunun olmadığını gösterdi. Bu şehrin tamamı benim olsa ve bir ben yaşıyor olsam o şehirde ne kıymet ve lezzet olur ki. Bir kâbus ve işkenceye döner. Bütün arabaların, bütün evlerin, bütün alışveriş merkezlerinin sizin olduğu ama sizden başka hiçbir insanın yaşamadığı bir şehirde bir başınıza özgürce yaşıyor olmanızın ne değeri var ki? Eve hapsolmaktan daha korkunç bir kabus olmaz mıydı?
İnsan insana ne de muhtaçmış? İnsan insanın malına mülküne değil; sevgisine, muhabbetine, görüntüsüne, gülüşüne, yürüyüşüne, bağrışına, öfkesine, kızgınlığına; ilanihaye insanın her bir özelliğine muhtaç ve arar durumdadır.
Bu vesile ile cezaevinin ne büyük ceza olduğunu anlamak dileğiyle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.