Kabil’in Zekâtı
- Oğlum, bunlar derneğe mi gidecek?- Evet, baba. Geçen sene zekât, sadaka ne varsa verdik.
- Oğlum, bunlar derneğe mi gidecek?
- Evet, baba. Geçen sene zekât, sadaka ne varsa verdik. Hem onlar fakir fukarayı daha iyi biliyorlar. Dağıtırlar. Baba memnun olmuştu:
- Allah kabul etsin yavrum.
- Âmin baba. Namaz vaktine daha var, ben sana bir çay getireyim. Başıyla onayladı. Oğlu arka tarafa doğru gidince o da mağazanın içinde gezinmeye başlamıştı.
Ahmet ondan sonra işleri çok büyütmüş, iki şube daha açmıştı. Hem kendisi kazanıyor hem de bir sürü insanın rızkına sebep oluyordu. Dükkânı ona bırakırken yaşadığı tüm endişelerin boşa çıkması onu pek memnun etmişti. Yurtdışında okuduğu için helale harama dikkat eder mi diye endişelenmişti. Ama şükür ki o dinini de öğrenmeye çalışmış, ayağını camilerden çeşitli derneklerden çekmemişti. Ona bütün malını tek kalemde devrederken de tek istediği zekâtının yanında fakir fukaraya elini uzatmasıydı.
Onun işleri iyi yürütmesine dükkânı büyütmesine ne kadar mutlu oluyorsa ileride kolilenmiş zekât mallarını görünce de o kadar mutlu oluyordu. Oğlu kazancındaki kirleri gideriyor, malını temizliyordu. Allah ona ne hayırlı bir evlat nasip etmişti!
Bastonuna dayanarak kolilerin yanına geldi. Onlarca koli dernekten gelecek yetkilileri bekliyordu. Koliler kapının ağzında duruyor, müşterilerin girip çıkmasını zorlaştırıyordu.
Kutulardan birini tuttu, çekti. Kenara alıp kapının ağzını açtı.
Birden kapağı açık koliye gözü ilişti. Şaşırmıştı. Belki yanlış anlamışımdır diye tekrar baktı. Elbiseleri aldı. Etiketlerine baktı. Kutuyu karıştırdıkça kutunun içinden toz kalkıyor, yüzüne gözüne doğru gelip öksürtüyordu. Başka bir kutuya baktı sonra bir diğerine… Ayakkabı kutularına gitti. Onlar da aynıydı. Morali çok bozulmuştu.
- Baba ne yaptın! Kolileri çekmeseydin. Sırtını acıtacaksın. Durdu. Babasına bir şey olmuştu. Bıraktığı gibi değildi. Yüzüne öfke, hayal kırıklığı, üzüntü oturmuştu.
- Baba ne oldu? Baba emir verir gibi:
- Sen, gelsene benimle! Mağazanın arka tarafındaki depoya doğru yürüdüler. Depoya girdikten sonra baba kapıyı kapattı. Sakin bir sesle:
- Ben sana bu dükkânı devrederken ne dedim? Ahmet ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sorunun cevabını beklemeden:
- Senin üzerinde Allah bekçidir. Onun seni gözetlediğini unutma! Üzerinde Allah hakkı kalmasın. Kendi ve çocuklarının boğazından kirli mal geçirme, demedim mi?
- Dedin baba, ben de dikkat ediyorum. Zekâtımı, hiç aksatmıyorum. Sadaka da veriyorum. Baba kızgındı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Dişleri arasından:
- Bu kabilin zekâtı! Ondan kabul olmayan, onu ateşten kurtarmayan zekâttır.
- Babaa, sen…
- Hiçbir şey deme! Satılmayan, bedeni kalmamış, toz içindeki elbiseleri ve ayakkabıları sen zekât diye mi veriyorsun! Depolarda kalmış, on tane indirim yapıp satamadığın elbiselerden kurtulmak için iyi bir yol bulmuşsun doğrusu. Sana demiştim, zekâtını para olarak ver. Mal olarak vereceksen de iyisini ver!
- Baba, sen yanlış anlamışsın! Hepsi de giyilir güzel kıyafetler…
- Güzel elbiseler öyle mi? Onlar satılmayan renk ve bedenler. 40 numara ayakkabıyı kaç tane kadın giyebilir? Kime söylersen söyle, bana söyleme! Benim ömrüm elbise satarak geçti. Boynunu büktü. Babası gâh nasihat ediyor, gâh kızıyordu. O yalnızca:
- Haklısınız babacığım, diyordu. Konuşma sürüp gitmişti.
Depo kapısı açılınca sustular. İçeriye eleman girdi:
- Usta, Necmi abi geldi. Büyük ustamın geldiğini duymuş. Moraller bozuktu:
- Tamam oğlum, geliyoruz.
…
- Allah biliyor ya, seni pek özlemiştim. Bacı da hasta olduğu için eve gelip rahatsızlık vermeyelim, dedik. Şimdi oğlan çarşıya geldiğini söyleyince bir göreyim dedim.
- Estağfurullah, ne zaman istersen gel, fakirhanemizi şereflendir. Hem sen yabancı mısın? Gülümsedi. Müşfik bir sesle sözlerini sürdürdü:
- Kıymetli dostum, sen nasıl oldun? Hastaneden sonra seni göremedik. Az hastalık atlatmadın sen de.
- Bu hastalık önceleri bana pek eziyet ederdi. Anjiyo olunca biraz rahatladım şükür. Diğer hastalıklarla da idare ederiz. Tezkereyi bekleriz işte… Hüzünlendi. Başını eğdi.
- Allah korusun!
- Öyle, öyle… Dünya rahatlık yeri değil, bilirim. Hem burası ana kucağı değil asker ocağıdır. İmtihan yurdudur. Burada rahatlık aranmaz. Bunun farkına varınca da hastalık neyin bana pek koymaz oldu. Son kalp krizinden sonra sanki ben gittim, yerime başka biri geldi. İnsan ölümün kıyısına gelince ne hazırladım, ne götüreceğim diye düşünmekten kursağından yemek geçmez. Yaşlı adam olgunlukla başını salladı. Oğluna kaçamak bir bakış attı.
- Aynen öyle dostum. Benim hanım da öyle diyor. Bazen, elim ayağım tutarken namazlarımı kılmadım, ben artık ayakta namaz kılamayacağım, şimdi oturarak kaza ediyorum, diye ağlar durur.
- O kadar doğru ki! Bende ölümün kıyısında:
“Allah’ım, namaz oruç kazalarımı eda etmeden canımı alma! Fırsat ver, hakkı boynumda insanlarla helalleşeyim, diye dua etmiştim. Evmiş, dükkânmış, evlatmış aklıma gelmedi. Asıl evimize hiçbir şey hazırlamadan ömrümüzü tükettik ona yanıyorum. Vah ki misafirhaneyi mamur edip asıl evimizi harap bırakmışız. Herkes susmuştu. Necmi bey derin bir nefes aldı:
- Bir ara yanımda şöyle bir hikâye anlatılmıştı:
“Bir adam uzun yıllar bir inşaat şirketinde mühendis olarak çalışır. Artık emeklilik vaktinin geldiğini düşünüp patronuna durumu açar. Patron son bir ev yaparsa emekliliğine izin vereceğini söyler. Adam istemeye istemeye kabul eder.
Bir an önce emekli olabilmek için hemen işe koyulur. Fakat işi baştan savma yapar. Nihayet bitirdiğinde patronun huzuruna çıkar. Evi tamamladığını söyler. Patron çok memnun bir şekilde:
- Bugüne kadar şirketimize çok emek verdiniz. Bu ev emeklerinizin karşılığında size şirket olarak hediyemizdir, der. Bedbaht adam sevinmek yerine üzülür. Kendi oturacağını bilmeden evi çürük ve baştan savma yapmıştır.
Bizim de durumumuz budur aziz dostum. Asıl bize kalacak olan evimize en kötü baştan savma ameller. Misafir olduğumuz ev için ise bütün ömrümüzü feda ediyoruz. Baba sohbetten memnundu. Sesini biraz kaldırarak taşı gediğine oturttu:
- Ne güzel anlattın. Asıl yaşayacağımız ev orası en güzel ziynetlerle süslemeliyiz. Amelin en iyisini, malın en iyisini oraya göndererek koruma altına almalıyız. Yoksa adama demezler mi bizim senin malına, ibadetine ihtiyacımız yok, diye. Buraya gönderdiğin her şey sana ait! Sohbet uzadı, gitti. Baba konuşurken göz ucuyla da Ahmet’e bakıyordu. Oğlunun bakışlarında üzüntü ve pişmanlık gördükçe umutlanıyordu.
Meryem Varol
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.