Kur’an ve sünnet insan fıtratına uygun olarak ayarlanmıştır

Kur’an ve sünnet insan fıtratına uygun olarak ayarlanmıştır

Gündeme dair önemli tavsiye ve değerlendirmelerde bulunan Muhammed Beşir Varol, insan fıtratına uygun olarak Allah tarafından ayarlanan Kur’an ve sünnetin değişmeye ihtiyaç duymadığını söyledi.

Sosyal medya hesabında gündeme dair önemli tavsiye ve değerlendirmede bulunan Molla Muhammed Beşir Varol (Seyda), “Kuran ve sünnet insan fıtratına uygun olarak ayarlanmıştır. Sürekli değişen günlük hadise ve olaylara göre düzenlenmemiştir. Onun için naslar sabittirler ve değişmeye ihtiyaçları yoktur.” ifadelerini kullandı.

“Kevni kanunlara dikkat eden şeri kanunları hiçe saymak zorunda değildir”

Dinde değişiklik ve reforma ihtiyaç duyulması söz konusu olmadığını belirten Seyda, “Eğer bu şekilde ayarlanmasaydı değişiklik ve reforma ihtiyacı olur, vahiy hitam bulmazdı. Ayrıca bu şeri naslar kevni kanunlarla da çelişmiyorlar. İkisi aynı ilmi kaynaktan geldiği için onları bize gönderen ikisinin uyumunu da sağlamıştır. Şeri kanunları uygulayan, kevni kanunları ihmal etmek veya kevni kanunlara dikkat eden şeri kanunları hiçe saymak zorunda değildir. Müslümanların yaşadığı mağlubiyetler hep birine sarılıp diğerine lakayt kalmasının ya da ikisine de birlikte lakayt kalmasının sonucudur.” dedi.

“Bunu iddia eden Dehriyyunlar halt ediyorlar”

Tarihten örnekler getirerek, önemli tespit ve değerlendirmede bulunan Seyda, “Tarih, bunun inkâr edilemez şahididir. Bu ilahi nasların bir özelliği de sabit olmakla beraber daima taze ve çağa uygun kalmalarıdır. Çağlarla beraber akıyor, geri kalmıyor, onun günlük olaylarına ışık tutuyor ve insaniyete yol gösteriyor. Yeter ki onun dilinden anlayan müçtehitler ve müceddidler olsun. Yeniçağları açan ve onu yöneten insanın fıtratı ve bu fıtrata derc olmuş insan kabiliyetleridir. Yoksa çağ, insanı yaratmıyor, öldürmüyor veya onu yönetmiyor. Bunu iddia eden Dehriyyunlar halt ediyorlar. Resulüllah'ın vefatından sonra İslam müçtehitleri, içtihat edip yeni durumlar ile naslarla hükümleri belli olan eski durumları karşılaştırarak illet-i hüküm denilen ortak noktasını tespit ettikten sonra yeni durumları eskilere kıyas ederek, yeni durumun hükmünü tespit etmişlerdir.” tespitinde bulundu.

“İslam’da hükmü bulunmayan hiçbir olay olmamış ve olmayacaktır”

Müctehidlerin maslahata göre hüküm verdiğini ve eşyada ibahat (helallik) ve dinde de maslahatın esas olduğunu söyleyen Seyda, sözlerine şöyle devam etti:

“Allah’u Teâlâ (Celle Celaluhu), Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellemin) risaletiyle Peygamberliğe son verdiği için onun risaletini, kıyamete kadar olup bitenlere yön verecek ve yasal açıdan bütün ihtiyaçlara cevap olacak şekilde ayarlamıştır. Eğer öyle ayarlanmasaydı risalet ve vahiy son bulmazdı. İslam dininin şarii Allah’u Teâlâ (Celle Celaluhu) olduğu için o, kıyamete kadar vuku bulacak her şeyi bildiğinden, yüce İslam dinini bunlara cevap verecek şekilde tanzim etmiştir. Dolayısıyla İslam’da hükmü bulunmayan hiçbir olay olmamış ve olmayacaktır da. Manaya dalaletinde kat’ilik olan nasların uygulamasında ümmetçe ittifak sağlandığı için o naslarda artık yeni içtihatlar yapılamaz ve yeni uygulamalar söz konusu yapılamaz. Örneğin; Bilerek, kendi rızasıyla mürted olanın cezası ölümdür. İslam’da tecdit vardır. Zira Hazreti Resulüllah (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur, ‘Şüphe yok ki Allah’u Teâlâ her yüzyılın başında bu ümmetin dini durumlarını onlara yenilemek için birisini gönderecektir.’ (Ebu Davud)” diye açıklamada bulundu.

“Kitap ve sünnet kıyamete kadar diri, genç ve yenidirler”

Dini yenilemenin gerçek durumunu tespit etmek için İslam tarihinde, alimlerin 14 asırlık uygulamalarına bakılması gerektiğini ifade eden Seyda, konuşmasına şöyle devam etti:

“Ancak bu tecdidat/yenilenme nasıl olmaktadır. Bunun gerçek durumunu tespit etmek için İslam tarihinde âlimlerin on dört asırlık uygulamalarına baktığımızda şu iki uygulamaya şahit oluyoruz. Müçtehit âlimler her yeni hadise ve durumları hükmün illetinde emsallerine kıyas etmekle onlara yeni hükümler üretmişler. Yani her bir müçtehit genel manada bir müceddittir. Ancak bunlar bazen hadiste kastedilen mücedditlerden olmayabiliyorlar. Zira hadiste zikredilen müceddidler her yüz yılın başında gelmektedirler. Müçtehitler ise Müslümanların arasında sürekli bulunmalıdır ve her bir ‘mesafeyi kasır’ da en az bir tanesinin bulunması farz-ı kifâyedir. Kısacası her bir müctehid âlim İslam toplumunda küçük müceddittir. Bazı müçtehitler de daha büyük çapta ıslahat ve yenilikler gerçekleştirmişler. Bunlar; unutulan ve onlarla amel edilmeyen ayet ve hadisleri insanların gündemine getirmiş ve onlarla amel etmeyi sağlamışlardır. Zamanla birbirine karışan sünnet ve bidatları birbirinden ayırmışlardır. Kitap ve sünnet, Asr-ı Saadette olduğu gibi kıyamete kadar diri, genç ve yenidirler. Onlar için hiçbir zaman ölüm, ihtiyarlık ve eskilik söz konusu değildir. Ancak onlara ehliyetsiz müçtehitler ve bid’atçı âlimler tarafından giydirilen yorumlar, onları ihtiyar ve eski gösteriyor. Bazen de bir zaman ve mekâna has yapılan yorumlar başka bir zaman ve mekâna aktarıldığında da bu durum söz konusu oluyor. İnsanın içtihat ve fikirleri de insan gibi yaşlanıp eskir. Unutulan naslar da ölmüş durumuna girmektedir. Onların dirilmeleri, gündem yapılıp amel etmekle olur. İşte zikrettiğimiz hususlardan dolayı Allahu Teâlâ her yüzyılda İslam dininin ana kaynakları olan kitap ve sünnetin naslarını bu bid’at, yanlış ve zamanı geçmiş yorumlardan kurtarıp eski yenilik ve berraklığına kavuşturan bazı müceddid ve müçtehitler göndermektedir. İslam tarihinde birçok sıkıntılı dönemler gelmiştir. Allahu Teâlâ her bir sıkıntıda bir veya birkaç müceddid göndermiş, onlarla sıkıntıları kaldırmış ve İslam ümmetine hak ve hakikati göstermiştir.”

“Her dönemde gönderilen mücedditler görevlerini yapmışlardır”

Emeviler döneminde siyasetin çok kirlendiğini ve İslami yönetim sisteminde müthiş tahribatlar yapıldığını belirten Seyda, “İslam’ın adil yönetimi neredeyse unutuluyordu. Allah imdada Ömer bin Abdülaziz’i gönderdi. İslami siyaseti Raşit Halifeler dönemindeki gibi yenileyip berraklığına kavuşturdu. Tabiin ve tabi-i tabiin döneminde hadis ilmi yaygınlaştı, muhaddisler çoğaldı ve olağanüstü bir ilgi gördü. Bu müspet durumdan bazı zındık ve sahtekârlar fırsat buldu. Zındıklar dini tahrip etmek, sahtekârlar da ilgi görmek için birçok hadis, eser uydurup sahte senetlerle yaydılar. Allah’u Teâlâ bu tahribatın önünün alınması için de Ahmed bin Hanbel gibi muhaddisler gönderdi. Onlara gayret, ilim ve kabiliyet verdi. Uydurma hadis ve eserleri ayıkladılar. Sahih hadislerden telifler yazdılar ve ‘Hadis Usulü’ adında bir ilim ortaya koydular. Fıkıh sahasında da sonraki dönemlerde tecdidata ihtiyaç oldu. Zira bazı zatlar gelişen olay ve durumlar için içtihat ve kıyası bir kenara bırakarak ayet ve hadisin zahirine göre hüküm vermeye başladılar. Bu durumda da birçok hadise ya cevapsız kalıyor ya da birçok konuda çok zayıf hadislerle hüküm vermek zorunda kalınıyordu. Diğer bir kesim de içtihat ve kıyasa ağırlık vererek birçok hadisi devre dışı bırakıyorlardı. İşte bu ifrat ve tefriti düzeltmek için Allah’u Teâlâ İmam Şafii (radiyallahu anh) gibi dahi müçtehitleri gönderdi. Bu durumu düzelterek ‘Usulü Fıkıh’ ilminin temelini attılar. Onunla ifrat ve tefrit arasında vasat yolu buldular ve suyu tabii mecrasında akıttılar. Tecdide (yenilenmeye) ihtiyaç duyulan başka bir saha da akide sahasıydı. Zira ta sahabe ve tabiin zamanında bazı bid’at fırkaları çıkmaya başlamıştı. Özellikle Mutezile fırkası, Me’mun (Abbasi halifesi) döneminde çok güçlenmişti. Me'mun onların tesirinde kalarak Kur`an’ın mahlûk olduğunu herkese zorla kabul ettirmeye çalıştı. Birçok âlimi şehit etti, Ahmed bin Hanbel gibi birçok âlimi de zindanlarda ağır işkencelerden geçirdi. Mu’tezile akla ağırlık vererek nakli ikinci plana itmişti. Ehl-i hadis adıyla kendilerini tanıtan bir fırka da akli hüccetlere hiç önem vermiyordu. Hatta bunlar akıldan bahsedenleri bid’atçılıkla suçluyorlardı. Sahabe-i Kiram ve Selef-i Salihinin vasat akidesi bu iki ifrat ve tefrit taifesi arasında sesi kısılmıştı. İşte tam bu sırada Allahu Teâlâ İmam Ebu’l-Hasan Ali bin İsmail el-Eş’ari’yi gönderdi. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat adı altında sahabe ve Selef-i Salihin’in berrak akidesine müthiş ilim ve zekâsıyla arka çıktı. Aklın ve naklin birbirine zıt olmadığını, aksine birbirini tamamlayan iki unsur olduğunu savunarak İslam akidesini bu iki ilahi nurun ışığında vaat etti. Böylece bu hususta da su mecrasını buldu.” tespitine yer verdi.

“Hurafelerin ayıklanması için her yüzyılda bir müceddid gönderilmiştir”

Allah (Celle Celaluhu’nun) her yüzyılda bir bir müceddid göndererek, hurafeleri ayıkladığını, toplumu yeniden öz değerlerine yönlendirdiğine dikkat çeken Seyda, felsefe alanında yaşanan keşmekeşi ise şöyle anlattı:

“İmam Gazali döneminde felsefe çok revaçta idi. Eğitim merkezlerinin vazgeçilmez dersiydi. Eflatun, Aristo vb. filozoflara büyük ilgi vardı. Doğru ve hurafe ayırılmadan olduğu gibi ve öğrencilerin seviye durumuna hiç bakmadan ve değerlendirmeden herkese felsefe okutuluyordu. Tabi bu durum büyük tahribatlara sebep oldu. Diğer yandan da bu tahribatı ve felsefedeki küfre varan batıl ve hurafeleri gören bazı zatlar da felsefeye kökten karşı çıkarak amansız bir mücadeleye girişti. Onlar felsefecileri küfürle, felsefeciler de onları cehaletle suçluyorlardı. İşte tam bu kavganın kızgın anında Allah’u Teâlâ İmam Gazali gibi dahi bir zatı bu karmaşık durumu düzeltmek ve bir ab-ı hayat olan İslam öğretilerini tabi mecrasına yöneltmek için gönderdi. İmam Gazali İslami ve felsefi ilimlerde zirveye ulaştıktan sonra tecdidata başladı. Akıl nurunun ürünü olan ve mantık adıyla meşhur olan felsefenin doğru ilkelerini, diğer dinlerden felsefeye karışan batıl ve hurafelerden ayırdı. Felsefeyi ne kökten ret ne de tümden kabul etti. Doğruya doğru, yanlışa yanlış dedi ve doğruya sahip çıktı. Ancak felsefenin doğru kısmını da herkese okutulmaması ve öğrencilerin durumuna göre davranmak gerektiğini söyledi. Böylece mantık İslam’ın hizmetine geçti ve İslami ilimlerden biri oldu. Böylece günümüze kadar Allah müceddidler göndermiş ve gereken alanda tecdidat yapmışlardır. Zaman ve mekânın hacetine göre İslamiyet’in icmai ve asli yapısını bozmadan müçtehitler yeni içtihatlar yapmış, bid’at ve cehalet bulutlarını dağıtıp vahiy güneşinden istifadeyi sağlamışlar. İmam Rabbani, Mevlana Halid, Üstad Bediüzzaman, Şehit Hasan el-Benna, Şehid Rehber ve Necmettin Erbakan hiç şüphesiz kendi sahalarında birer müceddittirler. Bu önderlerimizin yaptıkları tecdidatları araştırmak İslam ümmetine sahip çıkmaya aday genç araştırmacılara ödevdir. Allah’u Teâlâ önümüzdeki bahar mevsimini gerçek maddi ve manevi baharlara dönüştürsün. Allah (cc) hepimizin yar ve yardımcısı olsun.” (Şükrü Tontaş-İLKHA)


 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.