Maslahat mı ilke mi?

Maslahat mı ilke mi?

Her insan hayatı boyunca defalarca “maslahat mı ilke mi” tercihi ile karşı karşıya kalır. Bardağı kıran çocuk, annesi içeri girip “Bu bardağı kim kırdı?” diye sorduğunda bir tercih yapmak zorundadır.

Her insan hayatı boyunca defalarca “maslahat mı ilke mi” tercihi ile karşı karşıya kalır. Bardağı kıran çocuk, annesi içeri girip “Bu bardağı kim kırdı?” diye sorduğunda bir tercih yapmak zorundadır. Ya ilkeyi tercih edip azarlanmayı göze alarak doğru söyleyecek; ya da o anki maslahatını düşünüp azarlanmaktan kurtulmak için yalan söyleyecektir. İnsan ölümüne kadar defalarca bu iki seçenekle karşı karşıya kalır ve yapacağı tercihlerle ahiret hayatını şekillendirir.

Yukarıdaki örnekte doğru tercih bellidir. Herkes kabul eder ki ilke, kişisel maslahata, menfaate tercih edilmelidir. Ancak söz konusu olan dinin veya bir topluluğun maslahatı oldu mu, tercihte bulunmak güçleşir. Acaba böyle durumlarda – çoğu kez yapıldığı gibi – maslahat ilkeye tercih mi edilmelidir? İşte tartışmak istediğimiz konu da budur.

Bu sorunun cevabını bulmak için Resulullah aleyhisselatu vesselamın hayatından iki kesit paylaşalım:

İlk örneğimiz Bedir savaşından: Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor:

Babam Huseyl ile beraber yola çıkmıştık. Kureyşliler bizi tuttular ve “Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz” dediler. Biz de “Hayır, Medine’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz” dedik. Bunun üzerine bizden Resulullah (sav)’ın safında yer alıp onunla birlikte savaşmayacağımıza dair Allah adına söz aldılar. Medine’ye gelip durumu Resulullah aleyhisselatu vesselama arz edince, bize: “Haydi gidin. Biz sizin verdiğiniz söze vefa gösterir, onlara karşı da Allah’tan yardım dileriz” buyurdular.

Hatırlatalım ki bu savaşta Müslümanlar, müşriklerin üçte biri kadardı ve savaşın sonucu hayati önemde idi. Bu savaşta alınacak bir mağlubiyetin Müslümanların Medine’deki konumunu kökten sarsacak büyük sonuçları olabilirdi. Buna rağmen Resulullah aleyhisselatu vesselam, Huzeyfe radıyallahu anhın verdiği söze sadakat göstermesini, orduya vereceği desteğe yani Müslümanların maslahatına tercih etmiştir.

İkinci örneğimiz de Hayber’in fethinden: Bu savaşta Hayberli bir Yahudi’nin Yasir adlı kölesi, çobanı olduğu keçi ve koyun sürüsünü de alarak Hz. Peygamber’e aleyhisselatu vesselam gelir ve iman eder. Bu savaşta kuşatma uzamış ve Müslümanlar açlıkla pençeleşmişlerdir. Hatta evcil eşeklerin eti, yenmek için kaynatılmış ancak Resulullah aleyhisselatu vesselam, kazanların dökülmesini emrederek yenmesine müsaade etmemiştir. Kısacası Müslümanların bu keçi ve koyun sürüsüne şiddetle ihtiyacı bulunmaktadır. Buna rağmen Resulullah aleyhisselatu vesselam, siyahi köleye şöyle buyurmuştur: “Sürüyü Yahudi efendine geri götür; çünkü İslam, emanete ihanete izin vermez.”

Burada, “Müslümanlar Hayber’in fethi ile sürüye tekrar sahip oldular, dolayısıyla sürüyü geri çevirmenin bir manası kalmadı”, denilemez. Çünkü köle, sürüyü sabah emin olarak teslim almıştı ve onu Müslümanlara teslim etmesi emanete ihanetti; Müslümanların Hayber’i fethedip mallarına el koyması ise hem şer’i hukuka hem de o dönem cari olan uluslararası hukuka uygun, meşru bir davranıştı.

Resulullah aleyhisselatu vesselamın hayatında benzerleri çokça görülen bu iki olay açıkça bize gösteriyor ki Müslümanların maslahatı söz konusu olsa bile Allah Resulü aleyhisselatu vesselam daima ilkeyi tercih etmiştir.

Burada maslahat dediğimiz şeyin gerçekten maslahat olup olmadığını da sorgulamak gerekir. Çünkü bir Müslüman için en büyük maslahat Allah’ın rızasına uygun davranmaktır. Allah’ın rızasına aykırı davranılarak ulaşılacak bir maslahata (!) ise maslahat denilemez. Olsa olsa bu vehmedilen bir maslahat olabilir.

Şunu da vurgulayalım ki nassın olmadığı, bir ilkenin çiğnenmediği yerde Müslümanların maslahatına göre davranılabilir ve hatta davranılmalıdır. Nitekim fıkıh usulünde Malikilerce sistemleştirilip Hanbeli mezhebinde de kabul gören, Hanefi ve Şafiilerin de uygulamalarında tezahürleri görülen istinbat yollarından Mesalih-i Mürsel de bunu gerektirir. Bu delile göre nassın olmadığı yerde mutlak maslahatla hüküm verilebilir. Müslümanlar için geniş bir hareket alanı oluşturan Mesalih-i Mürsel, yukarıda anlattıklarımızla da uyum içindedir. Çünkü nassın olmadığı yerde kendisine müracaat edilmekte; dolayısıyla da herhangi bir ilkenin çiğnenmesi söz konusu olmamaktadır. Delili sistemleştirenler nassa rağmen gözetilebilecek maslahata ise “maslahat-ı mülga” (ilga edilmiş/gözetilmemiş maslahat) demişlerdir.

Sonuç olarak Müslümanlar, özellikle zor ve sıkıntılı dönemlerde, İslam’a ve Müslümanlara fayda vermek için ilkelerden vazgeçerek maslahat gördükleri bir tavra meyledebiliyorlar. Günümüzde Müslümanların içinde bulunduğu iç karartıcı durumun en büyük sebeplerinden biri budur. Oysa Müslümanlara düşen Resulullah aleyhisselatu vesselam gibi en zor anlarda bile ilkelerden taviz vermeyip Allah’a dayanmaktır.

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.