Dr. Abdulkadir TURAN
Müslümanca İdare ve Siyasi Denge
Bir siyasetçi, devletin uzun yıllar yönetim merkezi Çankaya Köşkü için, her tarafı delik deşik; buradan güven içinde devlet yönetilmez, mealinde bir söz söylemişti.
Bugünün dünyasında devletler için; küresel vakalar gibi, yerel vakalara da hükmedememek malum bir durumdur. Kısa bir sürede o düzeye ulaşmak mümkün görünmüyor. Belki öyle bir düzey bütün dünya için bir daha asla mümkün de olmayacaktır.
Ancak, fertler gibi devletlerin de hükmedebileceği vakalar vardır ve bu vakalar, onları hem yerel hem küresel ölçekteki vakalar karşısında daha güçlü kılar.
Mafya grupları; siyasal ve silahlı örgütler gibi çağın bir gerçeğidir. Küresel ve yerel güçler, küçük çıkarlar sağlayıp bazı ödünler vererek onları kullanırlar, hedefleri için basamak yaparlar.
Bugünün dünyasında galiba her ülkede bu tür gruplar, farklı versiyonlarla bir role sahiptir. Yerel güçler gibi küresel güçler de devletin otoritesini aşarak veya bizzat devletle işbirliği içinde, onları farklı amaçlarla ve farklı şekillerde sahaya sürerler.
İslamî duyarlılığın siyasete bir katkısı da idareciler ve çevrelerindekilere, bu tür yapılardan koruyacak donanımı sağlamasıdır.
Mafya grupları yok edilememiş ya da fark sebeplerle yok edilmek istenmemiş olabilir. Ancak devleti yönetenler, dindar olduğu bilinen gazeteciler, İslam’ın sadece “İsraf haramdır!” emrine icabet ederlerse kendilerini onların pek çok tuzağından alıkoyarlar.
Ne var ki mesele, dıştan bakıldığında basit gibi görünse de daha derindir. Çünkü Müslümanca idarenin esasları ve teferruatı birbirini tamamlar. Teferruatlarda dahi yaşanan bir aksaklık zamanla asla sirayet eder.
Hülefâ-yi Râşidîn devri sonrası Müslümanca idarenin teferruatlarından biri, sivil İslâmî kurumların oluşmasına yol verilmesi ve bu kurumların idare karşısında emri bil maruf ve nehyi anil münker çerçevesinde “minnetsiz uyarıcı” vazifesini üstlenmesidir.
Müslüman idareler, bila istisna buna müsaade etmişler. Buna engel olan Müslüman idareciler, haddi aşmakla itham edilmişlerdir.
Emevî devrinde ve Abbâsîlerin ilk devrinde bu yüce vazifeyi genel olarak fukahâ üstlenmiştir. Mezhepler tarihini basitçe okuyanlar dahi İmam Malik, İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, Ehl-i Beyt imamları ve diğer fukahânın hiçbir şekilde idareye dahil olmadan, idareden aylık almadan idareyi iyi niyetle uyardıklarını ve bu uğurda gerektiğinde eziyete katlandıklarını görür.
Abbâsîlerin sonraki devirlerinde ve sair İslam devletlerinde bu yüce vazifeyi bazı alimler ile genel olarak tasavvuf meşâyihi üstlenmiştir.
Bu bağlamda Nakşibendî meşâyihi, meşâyihin minnet altında kalmaması bağlamında, “El maʿaşu kel kelaşu la yuʿaşu! (Maaş leş gibidir, yenilmez!)” demiştir.
Bu hususta Akşemseddin ile Fatih Sultan Mehmed arasındaki ilişki de güçlü bir misaldir. Akşemseddin, Fatih’in İstanbul’u fethine katılmış ama fetihten sonra, kendi makamına çekilerek uyarıcı vazifesini devam ettirmiştir.
Bu, bir sapma ve isyan değildir. Aksine birlik-bütünlük adına, bunu bir isyan olarak anlamak Müslümanca idare tarzından sapmadır. Zira bu, ümmetin dengeyi sağlamak konusunda sünnetidir/yoludur, icmasıdır/ittifakıdır.
Müslümanca bir idarede bu denge kaybolduğunda… İdare, sivil yapılardan itirazsız bir uyum istediğinde ya da sivil yapı, uyarıcılık vazifesinden sapıp içinde bulunmadığı devlet işlerini tahakküm altına alma yoluna gittiğinde… İşler yolundan çıkar.
Birincisinde, Müslümanca idare bir dış gözden, denetimden, teftişten, hakça uyarıdan yoksun kalır. Onun imkânlarını suiistimal edip nefsani arzularını gerçekleştirme derdine düşenler, onu muhalifleri karşısında zayıflatır. İkincisinde ise devlette çok başlılık ve karmaşıklık oluşur. Devlet, o başlarla uğraşmaktan halka ve egemenliğine kast eden dış güçlere karşı koyamaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.