Dr. Abdulkadir TURAN
Neo-Kolonileştirme ve İhvan'ın Tasfiyesi
İslam dünyası pazar gününden bu yana Suudi Arabistan'da yaşananları konuşuyor. Özleri itibariyle Suudi prenslerinin konuşulmaya değer bir yanları yok. Zira onlar, bugüne kadar kendilerine saygı duyulmayı gerektirecek bütün değerleri ayaklar altına aldılar. Ne var ki mesele, Suudi'den ve Suudi prenslerinden büyüktür.
İslam dünyasına yönelik I. Bush'la başlayan Son Haçlı Seferi'nin yeni bir aşamasıyla karşı karşıyayız. Bu aşama 2009'da Obama'nın el-Ezher konuşmasıyla, Batı'dan alınan bir ifadeyle start aldı, o günden bugüne bize şoklar yaşattırarak devam ediyor. Nihai hedefi İslam aleminin kolonileştirilmesi ve bu hedefe ulaşmak için İhvan-ı Müslimin engelinin etkisizleştirilmesidir.
ABD, İslam dünyasında kendisine yönelik 20. yüzyılda oluşan öfkeyi, İslam aleminin kadim coğrafik merkezi ve batısında İhvan-ı Müslimin, doğusunda ise Cemaat-i İslamî'ye bağlıyor. Savunma Bakanlığı Pentagon, her iki yapının bütün etkileri ile birlikte tasfiyesi için yoğun bir çalışma içinde bulunuyor. İhvan-ı Müslimin'e göre daha sınırlı bir etkiye sahip Cemaat-i İslami'nin en büyük potansiyeli Bangladeş'teydi; son dönemde Bangladeş'te yaşananlar o potansiyeli kontrol altına almaya dönüktür. İhvan-ı Müslimin'e yönelik operasyon ise Suudi'nin önderliğinde çok yönlü olarak devam ediyor. Nitekim her biri yaşamı boyunca İhvan'la bir araya gelmemiş prenslerin gözaltına alınması ile ilgili haber ve yorumların neredeyse tamamında İhvan gerçeğine dikkat çekiliyor.
Suudi'de tasfiye edilen grup da ABD'ye bağlıdır. Ama söz konusu grup İhvan'a karşı mücadelede Muhammed bin Selman ve Birleşik Arap Emirliklerinden Muhammed bin Zayed'le aynı fikirde değildir. Bu grup, General Sisi gibileri dâhil, İhvan'ın bütün etkileri ile İslam dünyasından tasfiyesi projesini (aynen eski ulusalcı sosyalist yapılar gibi) üzerine almış. Bu, kendileri açısından basit bir iktidar mücadelesi olarak görülebilir. Oysa İslam alemi açısından ABD'ye daha sıkı bağlılık ve neticede kolonileşme anlamına gelir.
20. yüzyılda İslam aleminin istila edilen topraklarına klasik sömürge hukuku uygulanamadı. Klasik sömürgelerden farklı olarak, İslam aleminde teşekkül eden sistemlerin Batı ile ilişkisi, bir devletin başka bir devletle ilişkisi rengine büründürüldü. İslam aleminde teşekkül eden sistemlerin devlet vasfı taşımadığını sıradan insana biz ancak yorumlarla anlatabiliyorduk, çoğu zaman da inandırıcı olmuyorduk. Oysa küreselleşme ile birlikte başlayan yeni süreçte yapılmak istenen bundan ötesidir. İslam ülkeleri, sınırlı bir farklılıkla bir tür Amerikan eyaletlerine büründürülüyor.
Bu, açıkçası yeni bir kolonileştirme çabasıdır, bir neo-kolonileştirme sürecidir. 21 Haziran'da azledilen Suudi Veliahdı Muhammed bin Nayef şüphesiz ki ABD güdümündeydi; ABD'nin İslam alemine yönelik geliştirdiği projeler için kurulan enstitüleri kuran Nayef'in oğluydu, ABD'de yetiştirilmişti. Buna rağmen Bin Nayef, ABD ile ilişkilerin geleneksel çizgide devam etmesinden yanaydı, daha aşırı bir ABD bağlılığının İhvan-ı Müslimin gibi hareketleri güçlendireceğine inanıyordu. Bin Nayef'in tezine karşı çıkanlar, İran'ın Mekke ve Medine'yi ele geçirme isteğine karşı Suudi'nin ABD desteğine duyduğu ihtiyacı öne sürüyorlardı. Bin Nayef, buna karşılık İran'la ilişkilerin daha yumuşak bir zeminde yürütülmesinden yanaydı. İhvan konusunda da Katar'la ilişkilerin iyi tutularak sorunların bertaraf edileceğini düşünüyordu. İslam alemini daha çok kontrol altına almak isteyen ABD, oğlunu kral adayı yaparak Selman'ı da ikna ederek Muhammed bin Selman'ı tercih etti; yıllardır kendisine hizmet eden Bin Nayef'i saf dışı bıraktı, zira Bin Nayef ABD'nın bugünkü değil, dünkü projelerinin “personel”iydi.
Suudi Arabistan, Son Haçlı Seferi'nin odak noktalarından biridir. Son Haçlı Seferi'nin bugüne kadar anlaşıldığı kadarıyla bilinen safhaları şunlardır:
1. Neo-Şarkiyatçı Yahudi Bernard Lewis'in tezinin I. Bush'un desteğiyle işlerlik kazanması ve 1993'te yayımlanan Medeniyetler Çatışması tezinin oluşması
2. Medeniyetler Çatışması tezinden bir yıl önce yayımlanan Tarihin Sonu tezinin devreye konması ve bu tez doğrultusunda ABD'de Clinton'la uygulamaya başlanan, İslam aleminin sivil toplumu ve fertleri ile ilişkisinin artırılması
3. I. Körfez Savaşı'nın ardından İslam dünyasında Selefi fikriyatın Suudi Arabistan'daki Bin Nayef enstitüleri tarafından suiistimal edilerek neo-selefi grupların büyümesi için zemin hazırlanması ve İslam aleminin kontrol altına alınamayan silahlı gruplarla sersemletilmesi… Bu safhada İslam dünyasında mutedil hareketlerin genç potansiyeli Afganistan, Somali, Nijerya, Irak, Suriye sahalarında çatışmaya çekilerek imha edildi; mutedil hareketler, gençlik enerjilerini kaybederek olayları şaşkınlık içinde seyredecek bir duruma düşürüldüler.
4. Arap Baharı süreciyle halkların öfkesi boşaltıldı; bu öfkenin anti Batı devletler inşa etmesi engellendi.
5. İçinde bulunduğumuz son aşamada ise Batı karşıtlığının asil müsebbibi olarak görülen İhvan-ı Müslimin hareketi bütün etkileri ile imha edilerek İslam dünyasında 20. yüzyıldan bu yana süren Batı karşıtı mücadele Batı'nın zaferiyle bitirilmek ve kolonileşmeye geçilmek isteniyor. Bunun için İhvan-ı Müslimin hareketi Suudi'den ve karşı cepheden sıkıştırılıyor, onu zayıflatacak her adım destekleniyor.
Ama ABD'nin işi zannedildiği gibi kolay değil. Türkiye, Katar gibi ülkelerin dışında Kuzey Afrika ülkeleri İhvan-ı Müslimin'in imhasına razı olmuş değil. Kuzey Afrika'da İhvan-ı Müslimin iktidarda bir yer sahibidir. Suudi ve Mısır gibi İhvan karşıtı savaşın merkezi durumundaki ülkelerde ise kamuoyu İhvan'ın tasfiyesine razı olmuş değildir. Esasen Clinton döneminde İhvan'ın bir kesimi ikna edilerek diğer kesimi ise Batı'nın liberal grupları desteklemesiyle etkisizleştirilerek tabandan çökertilmesi düşünülmüştü. Bu ucuz ve ABD'nin demokrasi havariliği siyasetine de uygundu. Ama Clinton ve sonrasında Obama bu yolda çok mesafe kat ettilerse de başarılı olamadılar. Bunun üzerine ulusal sosyalizm evresinde görüldüğü gibi sistemlerin diktatöryel bir yapıyla yeniden devreye girmesi zorunluluğu doğdu. Mısır, Bangladeş gibi noktalarda bu yönde bir siyaset işlerken Türkiye ve Pakistan'da darbe girişimleri başarısız oldu. ABD, özellikle Mısır'da Muhammed Mursi'ye karşı darbedeki rolleriyle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerine umut bağladı. Suudi'nin bir kesimi bunu reddince ortaya bugünkü manzara çıktı. ABD, Suudi'yi İhvan-ı Müslimin'e karşı kullanmaya devam etmek isterken Suudi'yi parçaladı. Suudi'nin bugünden sonra eskisi gibi rahat yüzü görmesi mümkün görünmüyor.
Ama bu süreç son buluncaya kadar da ABD'nin Suudi'nin zenginliklerini geçmişte İngiltere'nin Hindistan'ın zenginliklerini, sömürdüğü gibi sömürmeye devam edeceği muhakkaktır. ABD'nin tutumu, merkezin ekonomik bunalımı karşısında taşraya yüklenmesi olgusunun bir parçasıdır. ABD, merkezde kaybettikçe Suudi gibi müttefiklerine yükleniyor, onlardan daha çok almaya yöneliyor. Onun bu tutumunu siyaset konusu yapıp kendisine karşı bir kurtuluş mücadelesi için malzeme yapacak hareketlerin yok olması hayalini kuruyor.
Oysa İslam alemi kurtuluş hareketlerine sahip olma konusunda alabildiğine veluddur. ABD, vaziyeti kurtarmış görünse de İslam coğrafyasında asla son emeline ulaşamayacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.