Nur topu – Nar topu
Bizim gibi tevellüdü yetenlerin anaları, babaları, nineleri, dedeleri okuma-yazma bilmezlerdi. Sayıları milyonları bulan analarımız-babalarımız okuma-yazma öğrenemeden bu dünyadan göçüp gittiler.
Bizim gibi tevellüdü yetenlerin anaları, babaları, nineleri, dedeleri okuma-yazma bilmezlerdi. Sayıları milyonları bulan analarımız-babalarımız okuma-yazma öğrenemeden bu dünyadan göçüp gittiler. Bu cümleyi okuyup üzerinden geçiyoruz ama gerçek şu ki, bu ciddi bir dramdır. Çünkü onlar kültür soykırımına da uğradılar ve hayatlarının sonuna kadar Japonya’ya atılan atom bombası gibi bunun etkisinde kaldılar.
Evet, kitap okumasını bilmiyorlardı ama hayatı iyi okuyorlardı. Bugünün ana-babaları ise tam tersi kitap okuyabiliyorlar ama ne yazık ki, hayatı okuyamıyorlar. İnsan bazı durumlara şahid olunca, okumak ile elde edilen cehaletin de olabileceğine inanası geliyor. Okuma-yazma bilmeyen analarımız-babalarımız arasında ailevi sorunlar yok denecek kadar azdı. Olanlar da “Tütmedik baca çekişmedik karı-koca olmaz” çerçevesinde tatlı su sorunları diye tanımlanabilecek sorunlardı. Onların döneminde boşanmalar mı?… Bir boşanma günlerce tandır gazetelerine manşet olurdu. Boşanmalar yok denecek kadar azdı. Talak(boşanma) kelimesini ağza almak bile cesaret işiydi. Şimdi ise boşanmalar alelade bir durum olmuş. İnternetten boşanmalar ile ilgili istatistiklere bakayım dedim. Son 10 yılda Türkiye’de 1 milyon 250 bin çift (yani 2 milyon 500 bin kişi) boşanmış. 83 milyon nüfustan 18 yaşından küçüklerin sayısı 25 milyon. 65 yaş üstü de 10 milyondan fazla olduğu göz önünde bulundurulsa meselenin ve rakamların vahameti ortaya çıkar.
İşitsel zekâları gelişmişti ana-babalarımızın. Görsel boşluğu böyle doldururlardı. Birbirlerine hayatın karanlık noktalarına ışık tutan ibretlik hikâyeler, mes’eleler anlatırlardı. Sonra da bize naklettiler o hikâyeleri… Kültür mirasımızdı bu. Hangimiz ana-babasından onlarca ibretlik hikâye dinlemedi ki? Allah rahmet eylesin babamın hafızası halk edebiyatının kütüphanesi gibiydi. Birçok hikâye, masal, olay, tarihî vesika onların vefatlarıyla tarih oldu. Şimdi de onların bize anlattığı ve de çok ma’ruf olan, bilinen bir hikâyeyi aktaralım. Onlardan bize miras kalan bu kültür mirasını bizler de çocuklarımıza aktaralım.
Şöyle ki: Çocukları olmayan zengin bir adamın çok fakir bir komşusu varmış. Bizim zengin adam her akşam yorgun argın eve gelir, ayakkabılarını, çoraplarını çıkardıktan sonra bir somyaya[1] kurulurmuş. Eşiyle kısa bir sohbetten sonra da birbirlerine anlatacakları biter, herkes kendi âlemine çekilirmiş. Ama ya fakir komşuları? Güneşin batışıyla eğlence onlar için yeni başlarmış. Aralıklı kahkaha dalgaları onların duvarlarına da vururmuş. Adeta fakir komşuları her akşam bir eğlence faslı düzenlermiş. Bir değil, iki değil, üç değil artık zengin komşu dayanamayıp eşine hele yarın bir sor, öğren. Evlerinden gelen şu gürültü, tangırtı-tungurtu neyin nesiymiş? Bunlar her akşam evde ne yapıyorlarmış?”
Ertesi gün zengin adamın eşi, fakir komşularının kapısını çay içme bahanesiyle çalmış. Fakir komşuları onu içeri buyur etmiş. Sohbetleri ısınmış. Zengin adamın eşi lafı evirip çevirmiş gece eğlencelerine getirmiş. “Her akşam evinizden sevinç ve kahkaha dalgaları geliyor neler yapıyorsunuz acep?” diye sormuş. Fakir komşuları şöyle cevap vermiş: “Bizim bir altıntopumuz var. Akşam olunca o topu bir ben kocama atıyorum, bir o bana atıyor. Öylece eğlenip duruyoruz. Öyle de olmazsa şu uzun geceler de geçmez ki komşu” demiş.
Eğlencelerinin sırrını öğrenmişti zengin adamın karısı. Eve döner dönmez durumu kocasına anlatmış. Bundan kolayı ne vardı? Ertesi sabah kocası hemen bir kuyumcuya gidip bir altıntop yaptırmış. Altıntopu eve getirip, eşiyle karşılıklı oturmuşlar ve altıntopu birbirlerine atmaya, birbirlerine doğru yuvarlamaya başlamışlar. Hiç de komik ve eğlenceli bir tarafı yoktu. Yorulduklarında altıntopu bırakmışlar. Ertesi gün tekrar fakir komşularının kapısını çalmışlar: “Komşu evinizdeki eğlencenin, şamatanın altıntoptan kaynaklandığını söylemiştiniz. Biz de kendimize kuyumcudan bir altıntop getirtip birbirimize doğru attık, yuvarladık. Ayıptır söylemesi ama komik ve eğlenceli hiçbir tarafını da bulmadık…”
Fakir komşularını bir gülme krizi tutmuş: “İlahi komşu! Sen mecazı hakikat olarak anlamışsın. Altıntop dediğimiz bizim küçük çocuğumuz… Biz onunla eğleniyoruz. Ben onu kocama atıyorum, o bana atıyor. Bir bana koşuyor çocuk, bir ona koşuyor” demiş.
Birçoğumuz bu hikâyeyi biliyor ve fıkra niyetine birbirimize anlatıp gülüyor ve üzerinden geçiyoruz. İşin can alıcı yönünü ise es geçiyoruz. Bütün çocuklarımız nur topu olarak dünyaya gelirler. Sonra evimizin neşe kaynağı olurlar. Artık onlar bizim için altıntopturlar. Bizim gözbebeklerimiz, eğlencelerimizdirler. Onlardan kaynaklanan neşemizin dalgaları başkalarının sahillerine vurur. Duygularımızı coşturan temel unsurlar olurlar.
Peygamberimizin hadis-i şerifini hatırlayalım. “Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar”. Burada anlatmak istenen şu; her çocuk nur topu olarak dünyaya gelir. Altıntop gibi elden ele dolaştırılır. Eğer bu altınlarımıza gerekli özeni göstermezsek, beşeri batıl ideolojilerin ve kirli odakların eline geçip nar topu olup üzerimize yuvarlanırlar, bizi yakarlar. O altıntopla oynamanın da bir bedeli, karşılığı vardır. O da onları muhafaza etmektir ki, hırsızların eline geçmesinler. Bilinmelidir ki, hırsızların elleri hiç bu kadar uzamamıştı.
Bu satırları yazarken 50 yaşlarında bir kadın ve 25-27 yaşlarında bir genç, çalıştığımız binanın kapısını çaldılar. Kapıyı açtığımda hemen konuya girdiler. “Bizim kızımız geçen haftadan beri kayıptır. Onu arıyoruz. En son onu bu binaya girerken görmüşler” dedi. Kızlarının yaşını sordum. Küçük bir çocuk olduğunu düşünmüştüm. Yanındaki genci işaret ederek: “Bunun eşidir. Sekiz yıldır da evlidirler. İki tane de çocukları var. Çocuklarını babasının evine bırakarak kayıplara karışmış. Geçen haftadan beri ortada yok. Onu en son bu binaya girerken görmüşler. Zelal diye bir kıza takılıyordu daha önce. Zelal denilen kız, bizim kızımızın aklını çelmiş. Uyuşturucuya alıştırmış diyorlar. Kayıp ilanı için polise başvurduk. Kız reşid olduğu için yapabileceğimiz bir şey yok, dediler…”
Gazetelerden, haberlerden izlediğim böyle bir olayı ilk kez canlı olarak duymuştum. Kocasının ve annesinin çehresindeki hüznü sanırım hiçbir ressam resmedemezdi. Nefesimin ayarlarının değiştiğini hissettim…
İşte bir nar topu örneği… Kendisini, eşini, çocuklarını, anne-babasını ve daha birçok kişiyi yakan bir nar topu… O da nur topu olarak dünyaya gelmişti. Evinin neşesi altıntop olmuştu. Elden ele dolaşmıştı. Ya şimdi? Birçok kişinin yüreğini yakan bir nar topu olmuştu. Sadece onları da değil, kendisini de yakan bir nar bu. Çocukların nur topu olarak kalabilmesi büyük bir çabayı gerektirir. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” felsefesi bizden uzak olmalı. Yoksa bu nur toplarımızın, nar toplarına dönüşüp bizi yakması kuvvetle muhtemeldir. “Ey İman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim 6) ayetine baktığımızda bizim de nar topu olup yanma ihtimalimiz kuvvetle muhtemeldir.
Allah çocukları olmayıp da, çocuk isteyen herkese nur topu gibi ve nur topu olarak kalacak salih evladlar bağışlasın. آمين…
[1] Somya kelimesini artık kaç kişi kullanıyor acaba?
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.