Nur'un Gölgesinde

Nur'un Gölgesinde

Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.”

Allah-u Teala’ya hamd, Resulü Muhammed (sav)’e, âline, ashabına ve onlara tabi olanlara salât ve selam olsun.

Müslümanları şu anki feci duruma ve benzeri görülmemiş mağlubiyete ve atalete sevk eden nedir ve bu haletten nasıl kurtulurlar?

Bu hususta birçok İslam âlimi gibi asrımızın müceddidi Üstad Bediüzzaman’ın da birçok teşhis, tespit ve reçeteleri vardır. Hatta Risale-i Nur’un hepsi bu konuda bir deva hükmündedir. Bu soruya tam ve teferruatlı cevap bulmak için külliyatı okumak lazım.

Bu soruyu Risale-i Nur’un bir reçetesini şerh ederek cevaplamaya çalışacağım. Çünkü kanaatimce nurdan daha güzel rehber yoktur. Bu reçete, Üstad’ın Münazarat adlı eserinin ahirinde mevcuttur

Soru: Zindan-ı atalete (tembellik ve bir şey yapamama durumuna) düştüğümüzün sebebi nedir? (Ki bunun neticesinde ölüler mesabesinde veya esirler durumundayız)

Elcevap: Hayat cidaldir (mücadele ve cihaddır). Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz (azim ve gayretiniz) şevke binip mübareze-i hayat (hayatın çarpışması) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini (manevi kuvvetini) kırar.

Dünyadaki hayat mücadele ve cihaddan ibarettir. İmtihan gereği olarak tarih boyunca hak ve batıl güçlerin birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde oldukları malumdur. Tabii olarak bu mücadele insanın dış dünyasında olduğu gibi -ki bu cihad-ı asğar sayılmıştır- insanın iç dünyasında da mevcuttur (buna da cihad-ı ekber denmiştir). Yani İslam’a engel olmaya çalışan kâfirler var olduğu müddetçe Müslümanların onlarla sürekli mücadele halinde olması gerektiği gibi, kendi nefislerinin kötülüğe eğilimleriyle de mücadele etmeleri gerekir.

“Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.”[1] ayeti ile geçmiş tarih ve bu günkü Müslümanların feci durumu açık bir delildir ki cihadı ve mücadeleyi terk eden ya zillet içinde öldürülerek hayattan saf dışı edilmiş veya esir düşüp ölülere bin gıpta edecek duruma düşmüş.

Bir de büyük cihad ve mücadelede mağlup olmayan, küçük cihatta, İslam düşmanlarının mücadelesinde mağlup olmayacağı için Üstad buna dikkat çekip bu hususa yoğunluk vermiştir. Ve bu mücadele tam anlaşılıp akıllarda şekillensin diye Üstad bir muharebe portresini çizip izah etmiştir.

Her mücadelenin kendisine göre binek ve araçları vardır. Bu mücadele ve cihadın da en önemli bineği gönülden gelen istek ve şevktir. O olmadan mücadele olmaz. Malumdur ki isteksiz ve şevksiz yapılan işlerden genel olarak netice alınmıyor.

İşte himmetiniz, gayretiniz ve mücadele azminiz gönüldeki şevke ve isteğe binip hayatın çarpışma meydanına çıktığı vakit en evvel şiddetli düşman olan yeis ve ümitsizliğe rastgelir.

Unutulmamalıdır ki maddi savaşın sahnesi meydanlar olduğu gibi, manevi savaşın en büyük çarpışma sahnesi de kalp ve gönüllerdir. Hatta en büyük mücadele bu meydanda veriliyor. Savaşlarda en büyük güç azim, gayret ve kararlılık olduğu gibi, en amansız düşman da yeis ve umutsuzluktur. Bu düşman, davetçinin manevi kuvvetini kırıp azim ve kararlılığından onu vazgeçirmeye çalışır.

… siz o düşmana karşı لأَ تَقْنَطُوا (umudunuzu kesmeyin) kılıcını istimal ediniz (kullanınız).

De ki: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir”[2] ayetini kılıç gibi yeis düşmanına karşı kullanınız. Malumdur; şeytanın telkinatı ancak Allah-u Teala’nın emirleriyle bertaraf edilebilir. İnsan şeytani telkinata karşı İlahi emirleri hatırlamazsa onlara mağlup olur ve hüsrana düşer. Çünkü şeytan, insanın düşmanı olduğu için daima kalbinin kulağına kötülüğü fısıldar ki nefsi kötülüğe meyletsin.

… sonra müzahemetsiz (birbirine zahmet vermeksizin) olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylü’t-tefevvuk (başkasına üstün gelme meylinin) istibdadı (tahakkümü) hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür…

Yeis ve umutsuzluk düşmanını yendikten sonra müzahemetsiz yani birbirinden önce kapmak için koşup birbirine eziyet vermeye, sıkıştırmaya ve izdihama sebebiyet vermeye gerek olmayan ve herkese yeten hakkın hizmetinin yerini tutan meylü’t-tefevvuk istibdadı, yani birbirine üstün gelme tahakkümü, hizmetin ürününü ve semeresini daha fazla kapmak amacıyla, görünen veya beklenen başarının hepsini kendine mal etmek için istişare yapmayıp tahakküm olan diktatörlüğe meyletme ahlakı hücuma başlar. Himmetin başına vurur ve davetçinin azmini ve kararlılığını kırmaya çalışıp onu atından düşürttürür. Gönülde oluşan istek ve arzudan vazgeçirip isteksizliğe düşürmeye çalışır.

… “Siz  كُونُوالِلَّهِ (Allah için olun) hakikatini o düşmana gönderiniz.”

Siz o düşmana كُونُوالِلَّهِ hakikatini gönderiniz. Çünkü davetçiler ancak ihlâsla, yani her şeyi Allah Teala için yapmakla kendini başkasından üstün görme tahakkümünden kurtulabilir. Yoksa ihlâsı muhafaza etmeyenler hiçbir şekilde istibdattan, dolayısıyla ihtilaftan Allah Teala’nın yardımını kaybetmekten, mağlup olup mücadele sahnesinden çekilmek zorunda kalmaktan ve dünya ile ahiret şerefini kaybetmekten kurtulamazlar.

Şu bir hakikattir ki Allah için mücadele verenler hiçbir zaman birbiriyle rekabete girip ihtilafa düşmezler. Çünkü Allah-u Teala’nın yanında herkesi memnun edecek kadar sevap vardır. Cennet herkese kâfidir. Dünyanın menfaat ve makamları amacıyla mücadele verenler için ise rekabet ve ihtilaf kaçınılmazdır. Çünkü dünyaya ait şeyler herkese yetmiyor. İhtilaf ve rekabet mücadele azmini kırıyor. Kalpten gelen istek ve şevki söndürüyor ve mücadele sahnesinden çekilmeye mecbur ediyor.

… Sonra da ilel−i müteselsiledeki (birbirini takip eden sebeplerdeki) terettübü (tertibi, sıralamayı) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır.

İhlâssızlık engelini de aştıktan sonra zincirleme illetindeki tertibi atlamakla şaşırtan acelecilik çıkar ve davetçiyi azminden caydırmaya çalışır. Malumdur, Allah Teala esbaptan sonra mahsulü yaratmayı fıtri bir sünnet ve âdet kılmıştır. Mucize ve kerametle isimlendirilen olağanüstü durumlar hariç, Allah-u Teala âdetini bozmamaktadır. Yani esbaba başvurmayan müsbet neticeyi alamaz. Neticeyi daha çabuk almak için esbapla kaybedilecek zamanı fazla görüp direkt neticeyi elde etmeye aculiyet yani acelecilik denir. Acelecilik nefsi bir hastalıktır. İnsana bunu şeytan telkin eder. Sünnetullah’a muhalif hareket etmenin dünyadaki en evvel karşılığı o işte başarısız olmaktır. Başarısızlık ise genelde insanı azimsizliğe ve atalete götürür. Neticede insan mücadelenin dışında kalır. Demek ki her işin ve uğraşın kendisine göre esbabı ve esbap arasında da fıtri bir tertip mevcuttur. Hem esbabı atlamamak hem de tertibi bozmamak lazımdır.

“… Siz وَاصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا’ yu siper ediniz.”

“Sabırlı olun, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın.” Emrinin içine giriniz. Yani esbaba başvurmakta, esbap arasındaki sıralamayı bozmamakta ve fıtri olarak olgunlaşmaları için gereken zamanı beklemekte sabredin, sabırda maddi ve manevi düşmanlarla yarışın, onları azim ve gayrette geride bırakmakla sabretmeniz sürekli ve kesintisiz olsun.

Bütün hayırlı işlerden ancak sabır ve devamlılıkla ürün alınır. Sabrın önemi ve faydalarıyla ilgili çok ayet−i celile ve hadis−i şerife vardır. Konunun uzatılmasından korkarak zikretmiyoruz.

“Sonra da medenî−i bi’t−tab’ olduğundan (yaratılışça medeni olduğundan), ebna−yı cinsinin (diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emellerini) dağıtan fıkr−i infiradi (ferdiyetçi düşünce) ve tasavvur−i şahsi (şahsi hesap yapma) çıkar.

Fıtri olarak medeni bir varlık olduğundan diğer insanların hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya sorumlu olan insanın emellerini dağıtan sadece kendini düşünme fikri ve şahsi hesap peşinde olma düşüncesi karşısına çıkar.

Medeniyetin esas prensiplerinden biri başkalarının haklarını çiğnemeyip, haklarını muhafaza ederek kendi hakkını aramaktır. Medeni bir insan ne başkalarının hakkını çiğner, ne de kendi hakkını çiğnetir. Başka bir tabirle; ne zulmeder ne de zulme uğramayı kabul eder.

Kısacası başkalarıyla hayatı paylaşmayan bencil ve hodgam insan, münferid ve yalnız yaşamak mecburiyetinde kalır. Dolayısıyla başkalarının yardımından mahrum kalır. Bütün ihtiyaçlarını sadece kendi imkânlarıyla da temin etmesi mümkün değildir. Böylece hayatın dışına atılır.

“Siz de خَيْرُالنَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ olan mücahid−i âlî−himmeti mübarezesine çıkarınız.”

“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır” şeklindeki yüksek himmetli mücahid hükmünde olan prensib-i nebeviyi, düşman karşısına çıkarınız ki bir düşmandan daha tehlikeli olan nefsinizdeki ferdiyetçilik ve bencillik hastalığını öldürsün.

Yani insanlara faydalı olmayı hedef edininiz ki hem Allah-u Teala hem de insanlar sizleri sevsin. Allah-u Teala ve insanlar sizleri sevince size yardım ederler, yardım ettikleri zaman hayat mücadelesinde galip gelmeniz yüzde yüz kesinleşir.بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

“Sonra, başkasının tekâsülünden (tembelliğinden) görenek fırsat bulup ve hücum edip belini kırar.”

Sonra başkasının tembelliğinden görenek fırsat bulup ve hücum edip gayret ve azminizin belini kırmaya çalışır. Yani insan gayrete gelip bir mücadeleye kalktığında, destekçileri varsa azmi güçlenip gayreti coşar. Fakat aksi olup destekçilerini kaybedince, etrafındaki insanlardan tembellik ve gayretsizliği fark edince o gayret ve azmin beli kırılır. Ve ona “Bana ne olmuş, bu iş bana mı kalmış, başkaları gayretsizliği kabul ediyorsa ben tek başıma ne yapabilirim?” dedirtir. Böylece mücadeleyi bırakıp kenara çekilir. Zaten zalimlerin ve zulmün ömrünü uzatan bu tip duygulardır.

“Siz de عَلَى اللّهِ (لاَ غَيْرِهِ) فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ Olan hısn−ı hasini (sağlam kaleyi) himmet melce (sığınma) ediniz.”

“Tevekkül etmek isteyenler sadece Allah’a tevekkül etsinler”[3] şeklindeki kudsi fermanı, sağlam bir kale mesabesindeki bu ayeti himmet ve gayrete melce yapıp ona sığının.

Hak mücadelesi verenler Allah’ın emirleri doğrultusunda mücadele ettikleri gibi sadece O’na dayanmalıdırlar. Allah’a dayananlar gayret, irade ve azimlerinde med−cezir yaşamazlar. Belki gittikçe med (açılma) ve artma yaşarlar.

Çünkü Allah Teala’nın esma−ı hüsnasında değişiklik olmadığı gibi kendisi uğrunda mücadele edenlere yaptığı va’dinde de hulf (dönme) etmez. İmtihan için bir müddet gecikse de mutlaka yerine getirir ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmaz.

Ayrıca Allah Teala’ya tevekkül ederek mücadele edenler, mücadelelerinde istikametten kolayca sapmazlar. Hakkın istikametinden sapmamaları da onları hızlı bir şekilde zafere yakınlaştırır. İnsanlara dayanıp tevekkül edenler ise çok kolay bir şekilde sapabilirler ve saptıkça da hedeften uzaklaşırlar. Çünkü Allah’ın yardımını kaybederler.

“Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman−ı gaddar gelir, himmetin elini tutup oturtturur.”

Sonra da acziyetten ve etrafındakilere güvenmemekten doğan işi birbirine bırakma olan (ki, bu en acımasız düşmandır) gelir, himmetin elini tutup oturtmaya çalışır.

İşi birbirine havale etme ahlakı bir tür nefsi hastalık olup acımasız bir düşman gibi tehlikelidir. Henüz mücadelenin başında iken kişinin hem kendi kabiliyetlerine hem de arkadaşlarına güveni tamdır. Hemen her işte öne atılıp tam bir fedakârlık ve samimiyetle ‘Bu işi ben yapayım’ der ve hiçbir görevden kaçmaz. Bunu yaparken de müzahemetsizce, arkadaşıyla beraber o görevi üstlenmek ister.

Fakat mücadele ilerleyip değişik sebeplerle birçok saha ve işte başarısızlık vuku bulduğunda bunun nedenini arkadaşlarında arayıp onlarda da beklemediği bazı menfi durumları gördükçe hem kendi kabiliyetlerine ve hem de arkadaşlarına karşı itimadı ve güveni kırılır, yavaş yavaş fedakârlıktan kaçmaya çalışır ve işi başkalarına havale etmeye kalkar. Bu durum ise gayret ve himmetin sonu olup düşmana karşı mağlubiyetin başıdır.

“Siz de لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَااهْتَدَيْتُمْ  olan hakikat−ı şahika (yüksek hakikat) üzerine çıkarınız. Ta o düşmanın eli o himmetin dâmenine (eteğine) yetişmesin.”

“Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar veremez”[4] mealindeki ayetin yüksek hakikatini düstur edinip üzerinize düşen vazifeyi başkasının yapmasını beklemeden ona sahip çıkınız ve yapınız. Kişi, üzerine düşenden mesuldür. Yoksa işi iyi gittiği zaman bunu kendi kabiliyet ve becerikliliğine verip kötü gittiği zaman da suçu arkadaşlarına atıp “Onların beceriksizliğinden böyle oluyor” veya kendi kabiliyetsizliğine mal edip “Ben bir şeye yaramıyorum, beceriksiz biriyim” demesi mağlubiyete davetiyedir.

Oysa bir davetçi başarının Allah’ın (cc) bir yardımı, başarısızlığın da ondan gelen bir ikaz bilmeli; bu yolla Allah’ın ona “Sen başarılı olduğun zaman kendi becerilerinle değil, belki benim yardımımla başarıyordun ve şimdi kaybetmen de başkasından veya kabiliyetsizliğinden değildir. Belki kendimi sana tanıtmak, yüzünü kendime çevirmek ve seni himmet ve istikamete getirmek için senden yardım elimi çektim ve bundan dolayı sen başarısız oldun” ihtarında bulunduğunu anlamalı ve istikamet ve hidayet üzerine olduğu müddetçe yani her başarıyı Allah’tan bilip başarısızlığın da istikamete gelmek için bir ihtar olduğuna itikat ettiği müddetçe hiçbir şeyin ona zarar vermeyeceğini bilmelidir.

İşte insan bu ayete inandığı ve kalben ona sarıldığı zaman ne kendi kabiliyetlerini hiçe sayıp umutsuzluğa düşer, ne etrafındaki insanların menfilikleri onu etkiler, ne de bu durum gayretsizliğe düşürüp oturtabilecek bir engel olur.

Sonra Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder.

Allah−u Teala’nın vazifesine karışmaktan daha büyük bir hastalık yoktur. Nasıl ki dinsizlikten daha büyük bir günah yoksa bu hastalıktan da büyük bir hastalık yoktur. Çünkü bu hastalığa yakalanan bir insan, Allah tarafından ona yüklenmiş vazifeleri ve kulluğunun gereğini yerine getirmek yerine hep Allah’ın vazifesine karışır, kendi vazifelerini unutur, sanki Allah’a (hâşâ) hep yol gösterir ve ona amirlik eder gibi; “Allah şöyle yapsaydı güzel olurdu” der. Hatta bazen haddini fazlaca aşar ve “Allah niye şöyle yapmıyor?” Gibi laflar sarf eder duruma düşer. Bu haddini bilmezlik ve şımarmışlık, himmetin yüzüne şiddetli tokatlar vurur gibi onu sersemleştirir, gözünü kör eder ve sahibini hayat mücadelesinin dışına atar.

Siz de اِسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ ve وَلاتَتَأَمَّرْ عَلَى سَيِّدِكَ olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

Siz de, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”[5]  ve “Efendine amirlik taslama” manasında olan hakikatler düstur edininiz.

İnsan, emirinin, efendisinin masum olmayışından ötürü ona itaatinde tereddüt etse veya işine müdahale etse, bu durum −belki− normal karşılanabilir. Çünkü insan, nihayet insan olup hatadan münezzeh değildir. Buna karşılık insanın amiri, efendisi bütün esma−ı hüsnânın sahibi ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah−u Teala olunca mutlak teslimiyetten başkası insana yakışmaz. En ufak bir müdahale ve itiraz bile hürmetsizlik ve haddini aşmadır. Çünkü bütün hataların kaynağı olan bir varlık, bütün güzel isim ve kâmil sıfatlara malik olan bir zata itiraz etme hakkına sahip değildir.

Allah−u Teala’dan gelen emirler mutlak doğru ve insanın faydasına olduğu için insanın en büyük gayesi onlara harfiyyen uyup Allah−u Teala’nın azametine karşı nihayet bir tevazu ile verilen vazifeleri ifa etmek, O’nun takdir ettiği her şeye rıza gösterip O’ndan hayır beklemek olmalıdır.

İşte şuura sahip olan bir insan haddini aşıp Allah’ın işine karışmaz, yapabildiği ve yapmaya mecbur olduğu vazifesini unutmaz.

Tarih boyunca hayat mücadelesinde galip gelenler de hep böyleleri olmuştur.

Sonra umum meşakkatin (zorlukların, sıkıntıların) anası ve umum rezaletin yuvası olan meylü’r−rahat (rahat yaşama meyli) gelir. Himmeti kaybeder, zindan−ı sefalete atar.

Tecrübelerle sabittir ki hareket belli safhaları katedip başarı kazandıktan sonra insanda rahata meyletme ve rehavete kapılma hastalığı baş gösterip ona musallat oluvermektedir. Bu durum davetçinin gayret ve himmetinin açılıma en müsaid olduğu anda onları bağlayıp verimsiz hale getirir. Hatta o güne kadar elde ettiği kazanım ve zaferleri boşa götürecek bir tehlike bile söz konusu olabilecektir.

Siz de, لَيْسَ لِلإِْ نْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”[6] olan mücahid−i âlicenabı (yüksek himmetli mücahidi) cellad−ı sahhara (sihirbaz cellâda) gönderiniz.

Nasıl ki bir sihirbaz sihir çemberine aldığı kişiyi tabii hareket etmekten menedip kontrolüne alıyorsa; rahatlığa meyletme ve rehavete kapılma hastalığı da davetçinin himmetini kayıt altına alıp onu verimsizleştiriyor.

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Evet, size meşakatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç (hareketli) olan insanın rahatı yalnız sa’y (çalışma) ve cidaldedir.

Rahata kapılma ve meyletmenin bir dava için ne kadar tehlikeli, çalışma ile gayretin de ne kadar faydalı ve bereketli olduğu malumunuz olmakla birlikte bu konu ile ilgili ciltler yazılsa yerindedir. Makam darlığından bu kadarı ile yetiniyoruz…

Allah’a emanet olun…

İnzar Dergisi


[1] Bakara: 195

[2] Zumer: 53

[3] İbrahim süresi: 12

[4] Maide süresi: 105

[5] Hud:112[6] Necm: 39

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.