Hüseyin KAYA
Stalin üzerinden meşruiyet mi?
Soner Yalçın (Sözcü):
“Fransız Devrimi'nin tüm “suçu” nasıl Robespierre'e yıkılıyorsa, Ekim Devrimi'nin tüm günahı da Stalin'e yıkılıyor.
Aslında kolaycılıktır bu. Zorluklardan bir düzen kuran adamdı Stalin! Kafası netti; “ya sorunlarımızı çözeriz ya da çözemeyip emperyalistlerin oyuncağı oluruz…”
Haklı mıydı?
Tarihsel zorunlulukları görmeden…
Değer biçmek ya da eski deyimle ahkam kesmek kolaydır!
Stalin…
İki büyük dünya harbine ve iç savaşa rağmen “prematüre bebeği” yaşattı, büyüttü.
Bebeğin sütünü, ekmeğini verdi; okullarda okuttu; meslek sahibi yaptı; kimseye muhtaç olmayacağı bir hayat kurdurdu.”
Sistemi yerleştirme adına milyonlarca insanın katili birini ve yaptığı eylemleri “normalleştirme” yönünde cümleler kurmanın nasıl bir tarifi olur bilemiyorum.
Hele meseleyi “jakoben” zihniyetin en müşahhas hali olan “Robespierre” üzerinden değerlendirmek doğruları yanlışlara karıştırıp kendine manevra alanı bırakma anlamında tipik bir Soner Yalçın tavrı olsa gerek.
Ve Soner Yalçın, Stalin üzerinden aynı üslupla aslında başka bir “dönem restorasyonu” yapmaya çalışıyor.
Şöyle izah edeyim:
İgor Gouzenko'nın “Bir devin düşüşü” adlı bir romanı vardır. Romanda farklı isimlerle aslında Stalin dönemi anlatılmaktadır. Gouzanko, romanda ünlü komünist romancı Maksim Gorki'yi ve Stalin'in talimatıyla öldürülüşünü anlatır.
Romanın konusu oldukça ilginçtir aslında.
Bir tarihçi görevlendirilerek Gorki'ye (romandaki adı Gorin'dir) eski Rus çarlarından “Korkunç İvan” hakkında bir kitap yazdırılmak isteniyor. Romanda görünen amaç Korkunç İvan'ın yaptığı korkunç işlerin bir gereklilik olduğunu edebi sanatlarla anlatmak; ama asıl amaç ise Korkunç İvan üzerinden Stalin'in zulümlerinin gerekli olduğunu hissettirmek ve katliamlarını meşrulaştırmak…
Merak edenler romanı okuyabilir; ama biz Soner Yalçın'ın Stalin'in yaptıklarını normalleştirme nedenine takıldık bir kere.
Niyet okuyuculuğu kötü bir şey; ama yine de insan düşünmeden edemiyor. Acaba Soner Yalçın'ın da amacı Stalin üzerinden Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki hukuksuzlukları ve katliamları meşrulaştırmak olabilir mi?
İsterseniz yaptığım alıntıyı “Stalin” kelimesini atlayarak bir daha okuyun. İnanıyorum ki, sizin de kafanıza takılacaktır.
Bu arada Soner Yalçın'a şunu hatırlatayım. Bu aklama meselesi ters de tepebilir.
Yani birilerinin aklına “karpuz kabuğu” düşürebilirsin.
Süleyman Özışık (internethaber.com):
“Ertuğrul abi...
Tıpkı sizin, Yasin Börü'nün PKK'lılar tarafından vahşice katledilmesinden haberdar olmadığınız gibi, benim de sizin yazdıklarınızdan haberim olmadı.
Sanırım bu konuda beni en iyi siz anlarsınız!
Zaten dikkat ederseniz, yazıda şahsınıza yönelik bir saygısızlık falan yok.
Bir zamanlar iri puntolarla attığınız "Tayyip'e şok ceza" manşetindeki gibi size isminizle seslenme nezaketsizliği göstermedim! "Vay şerefsiz" diyerek hakaret etmedim, "Muhtar bile olamaz" diyerek aşağılamaya çalışmadım.
Ancak yazınızın sonunda bana haksızlık yaptığınızı söyleyeyim.
"Sen suyun başındaki kurt misali beni yemeyi kafaya koymuşsun. Eh ne yapalım. Ye bari..." demişsiniz ya hani...
Estağfurullah üstadım, ne haddime!..
Biz kim, adam yemek kim!
Siz ki sırf Tansu Çiller'le hesaplaşma uğruna Refahyol hükümetini yemiş birisiniz.
Siz ki Ahmet Kaya gibi bir sanatçıyı ardı ardına attığınız manşetlerle yiyip bitirmiş birisiniz.
Siz ki "411 el kaosa kalktı" manşeti atarak başörtülü insanların hakkını yemiş birisiniz.
Adam yeme konusunda ben sizin elinize su dahi dökemem!”
Tahmin edeceğiniz gibi Süleyman Özışık ve Ertuğrul Özkök arasında bir polemik var ve bu yaptığım alıntı Özışık'ın cevabının bir kısmı.
Doğrusu Süleyman Özışık benim söyleyeceğim hemen her şeyi söylemiş, o yüzden de ekstra bir yorum yapmaya gerek duymuyorum.
Serdar Turgut (Habertürk):
“DAHA önce de yazdım; bu dava Türkiye'nin yönetimiyle ilgili açılmasının planlandığı bilinen bir dizi dava için bir tür deneme mahiyetindeydi.
Davaya devlet tarafından çağrılan tanıkların tavırları, sözleri, sunulan belgelerin içeriği ve var olduğu bilinen ama nedense şimdi sunulmayıp elde tutulan belgelerin tümü, ileride bazı şeylerin planlanmakta olduğuna işaret ediyor.”
Amerika önce kararını vermiş, senaryoyu yazmış, şimdi de sahneliyor.
Doğrusu hükümet tarafı kendinden çok emin gibi konuşuyor; ama dosyalar ardı ardına gündeme gelmeye başlarsa gerginlik artar.
Mesela bazılarının çıkıp “Ben eski DEAŞ üyesiydim, Türkiye bize silah desteği sağladı” açıklamaları yapması ve ardından Türkiye'nin “Teröre destek”ten yargılanması süreci her an başlayabilir.
Trump'ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn'ın “itirafçı” olması ve “Gülen'i teslim etme sözü karşılığında Türkiye'den para aldım” açıklamasını yapması ve ardından başlaması muhtemel süreç…
Bakalım Türkiye Hariciyesi bunları ön görüp önlem anlamında ya da misilleme amaçlı neler yapacak?
Taha Akyol (Hürriyet):
“Hz. Ali'nin yanında yer alanlar, hele bir de Kerbela vahşetinden sonra, böyle bir otoriteyi benimseyebilir miydi?
Yeni bir doktrin (mezhep) geliştirdiler: Muaviye ve devamı olan iktidarlar gayrimeşrudur. Şiiler için tek meşru otorite, “İmam Ali” ve soyundan gelen 11 imam, toplam “On İki İmam”dır. Sonuncu imam “Mehdi” gaiblere çekildiğine göre, o dönünceye kadar Ayetullahlar onun vekilidirler.”
Taha Akyol, bu alıntıyı yaptığım yazıda İran'daki karışıklıklardan yola çıkarak devlet sistemini “eleştiriyor” ve devlet yönetiminin dinin konusu olmadığını, şii-sünni tüm Müslümanların “demokrasiye ihtiyaçları olduğunu” söylüyor.
Tabii bunları öyle bir tarz ve tonda söylüyor ki, bilmeyen sosyoloji ilmini yutmuş bu “entelektüelin” dini ilimlere, din ve mezhepler tarihine hakim olduğunu sanır.
Ama bilgisi yüzeyseldir. Hizbullah davasından tahliye olan Hacı İnan'ın “İslam'dan pişmanlık olmaz” sözünü “İslam'da pişmanlık olmaz” diye anlayacak ve bunun üzerine analizler yazacak kadar dikkatlidir.
“O eskide kaldı” diyorsanız size yazısından yaptığım alıntıdan bir örnek vereyim. Bakın son cümlede ne diyor?
“Sonuncu imam “Mehdi” gaiblere çekildiğine göre, o dönünceye kadar Ayetullahlar onun vekilidirler.”
Peki, tarihi kaynaklar ne diyor?
Tarihi kaynaklara göre “Sonuncu imam” olan “Mehdi” Hicri 255'te doğmuş.
Yine tarihi kaynaklara göre ilk defa “Ayetullah” unvanı Allame Hilli diye bilinen Hasan b. Yusuf b. Ali için kullanılmış ve bu şahsın ölümü hicri 726'dır.
Arada nerdeyse beş yüz yıla yakın bir zaman farkı var.
Yani T. Akyol'a göre aradaki beş yüz yıl boyunca “Ayetullahlar” olmadığı için “Mehdi” vekilsiz kalmış!
Ama insanlar çok garipleşmiş!
“Nuh'un gemisinde iletişim cep telefonuyla yapılıyordu” diyen adamla alay edilir; ama bir çırpıda beş yüz yıl atlayan adam “entelektüel” muamelesi görür.
Ne diyelim…
Akif Beki (Karar):
“Duydunuz mu, Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar'ın görevden uzaklaştırılma gerekçeleri arasında neler var?
‘Belediyeye iş yapanların zorunlu bağışa tabi tutulması'yla ilgili bir soruşturma da gerekçe gösteriliyor.
Diğerleri gibi henüz soruşturulan bir iddia, yargı kararıyla kesinleşmiş değil.
Fakat kim derdi ki, zorunlu bağışın iddiası bile, halkın yüzde 76'sının oyuyla seçilmiş bir başkanın idari kararla görevden el çektirilmesine yetecek...
Hiç umar mıydınız ki lafı bile sandıkla gelmiş bir başkanın sandıksız gitmesine sebep gösterilecek...
Kamudan iş alan müteahhidi, taşeronu bağış yapmaya zorlamak; ne yaptırırsan yaptır, fücceten götüren ağır bir suçmuş, duyan duymayan kalmasın.
Yalnız, bağış yaptırmayan neredeyse belediye, bakanlık, devlet dairesi yok. Niye başkalarına suç olmadı da bula bula CHP'li Başkan'a suç oldu...
Acaba zorunlu değil de gönüllü bağışsa, alan razı veren razı olduğunu söylüyorsa...
O zaman gönülden koparak yapılmış gibi mi sayılıyor, yani hükmü değişiyor, suç olmaktan çıkıyor mu?”
Akif Beki'nin söyledikleri önemli bir yaraya parmak basıyor; ama…
Evet, işin “ama”sı var.
Beşiktaş Belediyesi ile ilgili suçlamaları Akif Beki'den okuyan biri meselenin sadece “zorunlu bağış” olduğunu sanacak ve haklı olarak isyan edecek.
Oysa öyle değil.
Beşiktaş Belediye başkanına yöneltilen suçlamalar arasında rüşvet, yolsuzluk, usulsüz ruhsat verme, FETÖ üyeliği, izah edilmesi imkansız mal varlığı gibi şeyler var.
Tamam, bu konuda Ak parti belediyeleri ile ilgili de çok iddia var ve bunların bir kısmı hiç soruşturulmuyor; ama bu durum bir dönem CHP milletvekillerinin bile rahatsız olup karşı çıktığı Beşiktaş Belediyesi'ndeki rüşvet ve yolsuzluğu görmezden gelmeyi gerektirmez.
Hele de suçlamaları sadece “zorunlu bağış” üzerinden değerlendirmek hiç ahlaki değil.
Tabii bu arada iş adamlarını “zorunlu bağış”a zorlayarak denetimsiz ve kalitesiz iş yapmalarına zemin hazırlamanın büyük bir ahlaksızlık olduğunu belirtmeliyim.
Kimi müteahhitler “zorunlu bağış” sonrası bir tür “dokunulmazlık” kazandıklarını düşünüyor çünkü.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.