Talut (as) ve Zorluklarla Sınanma
Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def’i olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, âlemlere karşı büyük fazl sahibidir.
İsrailoğullarının kendisiyle imtihan edildiği bu nehrin, Ürdün ve Filistin arasında olduğu söylenir. İbn-i Abbas (ra) der ki: “Herkes yakini oranında o sudan içti. Kâfir olanlar suya kanmama hastalığına yakalanmış develer gibi, isyankârlar ise bundan daha aşağı derecede içtiler. Bu şekilde altmış yedi bin kişi yüz çevirmiş oldu. Sadece bazı mü’minler su içmediler. Bir kısmı da avuçlayarak içti. Yasaklanan şekilde içenler suya kanmadı; aksine daha da susadılar. Suya yaklaşmayan kimselerin ise durumu düzeldi. Avuçla alıp içenlerden daha güçlü ve kuvvetli oldular.”
Bazı rivayetlerde yasağı çiğnemeyip nehirden geçenlerin sayısının Bedir Ashabı kadar, yani üç yüz küsur olduğu söylenmiştir. Yine rivayette denilmiştir ki: Sudan bir avuç alanın suyu hem kendisine, hem de hayvanına yetermiş; saldırıp içenlerin ise dudakları morarır, hararetleri artarmış.
Anlamların incelikleri üzerinde duran ve ayetlerden büyük dersler çıkaran bazı müfessirler nehir imtihanı ile ilgili ayet−i kerimeyi şöyle yorumlamışlardır: Bu ayeti kerime, Yüce Allah’ın dünya hakkında verdiği bir örnektir. Allah, dünyayı bir nehre benzetmektedir. O nehirden içen kimse, dünyaya meyleden ve dünyadan pek çok şey ele geçirmek isteyene; nehirden içmeyi terk eden kimse, dünyadan yüz çeviren ve dünyaya rağbet etmeyen (zahit) kimseye; eliyle bir avuç alan kimse ise, dünyadan ihtiyacı kadarını alan kimseye benzemektedir. Bu üç kişinin hali ise Allah nezdinde farklı farklıdır.[1]
Netice itibariyle, ilahi emir ve misyon gereğince harekete geçmiş bir orduda ve oluşumda esas olan kemiyet (sayı) değil, keyfiyet (nasıllık- nitelik)tir. Bu ise, her halükarda ihlâsı muhafaza eden, asıl amaç olan ilahi rıza yolundan sapmayan, bollukta da, darlıkta da ilahi iradeye boyun eğen bir oluşumu netice verir.
Hak davanın galibiyeti de buna bağlıdır. Sayı ve savaş donanımı itibariyle zayıf oldukları halde samimi mü’minlerin, sayı ve donanım itibariyle kendilerinden çok daha güçlü batıl güçlere karşı galibiyeti tarihçe meşhur ve meşhuddur. Talut (as)’un ordusundaki ihlâslı mü’minler de bu gerçekten hareketle; “… Nice az topluluk, sayıca kendilerinden çok olan topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir…” hakikatini haykırmış ve bizzat kendileri bunun musaddıkı olmuşlardır. Talut (as)’un ordusundan ilahi emri çiğnemek suretiyle dökülen ve tökezleyen yüzlerce veya binlerce insan yığını ise, kendilerine yazık etmiş, savaşın neticesine Allah’ın izniyle, olumsuz bir etkide bulunamamışlardır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin kemiyet ve keyfiyet konusundaki misali, konumuza ışık tutması açısından pek manidardır. O şöyle der:
“Kemiyetin keyfiyete nispeten ehemmiyeti yoktur. Asıl ekseriyet keyfiyete bakar. Mesela; yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konulup su verilmezse, kimyevi muamele görmezse ve bir hayat mücahedesine mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verilip hayat mücahedesine tabi tutulduğu vakit, kötü mizacından dolayı sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, denilebilir mi ki suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu? Elbette denilemez. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez.”[2]
Üstad Şehit Seyyid Kutup da İslam ordusunun bazı vesilelerle tasfiye edilmesinin (arınmasının) gerekliliğini şöyle anlatır:
“Bu ordu, galip bir milletin ordusuyla karşı karşıya gelecek. Bu durumda bu askerlerin içlerinde mutlaka o üstün ordu karşısında dimdik durabilmelerini sağlayacak bir kuvvet bulunmalıydı. O orduya ancak şehvet ve keyfi arzularını denetleyebilen; yokluk ve ihtiyaçların üstesinden gelerek sıkıntılara katlanabilen; itaat eden ve bunun gerektirdiği bütün görevleri yerine getiren ve her türlü imtihanı başarıyla aşabilen bir iradenin gücüyle karşı koyabilirdi. Bu yüzden seçkin bir komutan, ordusunun irade gücünü ve sabrını denemeliydi. İşte Talut (as), askerlerinin susuz kaldığı bir yerde denemeyi yapmak istedi. Bu şekilde, sabredip kendisine sadık kalanlarla rahatı seçip geri dönecek olanları birbirinden ayıracaktı.
Ehil olmayanların, nefislerine yenik düşüp ordudan ayrılmaları hem daha hayırlı, hem de tedbir için daha uygundu. Çünkü ordu içindeki bu iradesiz kişiler, düşmana karşı ilerleyen askerler arasına zayıflık ve bozgunculuk tohumunu saçacaklardı. Aslında ordu sadece sayı üstünlüğüyle değil; askerlerinin kalp sağlamlığı, irade gücü ve doğru bildikleri yolda sarsılmaz imanları ile değer ifade eder.”[3]
Talut (as), nehir imtihanından sonra kemiyeti azalan ancak keyfiyeti yükselen imanlı ve ihlaslı ordusuyla yoluna devam edip Calut’un koca ordusuyla karşı karşıya gelir. Neticeyi Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz:
“Onlar, Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıklarında dediler ki; ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.’
Böylece onları, Allah’ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud Calut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi. Ona dilediğinden öğretti.”[4]
Calut, Amelikalıların komutanı ve hükümdarı idi. İriyarı ve kibirli olduğu söylenir. Ordusundaki asker sayısının üç yüz bin, yüz bin veya doksan bin olduğuna dair farklı rivayetler vardır. Buna rağmen, Talut (as)’un sayıca az ordusu karşısında tutunamayıp ağır bir yenilgi almıştır. Davud (as) daha önce çobanlık yapıyordu. Kardeşleriyle birlikte savaşa katılmış, yolculuk esnasında üç tane taş alıp torbasına koymuştur. Kısa boylu, hasta görünümlü, sararmış bir haldeydi. İyi sapan kullanırdı. Calut’u düello esnasında sapanıyla attığı taş ile alnından vurup öldürür.
“Davud (as), İsrailoğullarına mensup bir gençti. Calut ise, güçlü bir hükümdar ve herkesin kendisinden korktuğu bir komutan idi. Fakat Allah, böyle durumlarda olayların dış görünüşe göre değil, asıl mahiyetiyle cereyan ettiğini İsrailoğullarına göstermek istedi. Allah, zulmeden bu zalimin yıkılışının bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece kalplere korku salan zalimlerin gerçekte çok zayıf olduğunu ve Allah (cc) dileyince yeni yetişen bir gencin bile onları yenebileceğini insanlara göstermek istemiştir.”[5]
“…Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def’i olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, âlemlere karşı büyük fazl sahibidir.”[6]
İnzar Dergisi
------------------------------
[1] Kurtubi Tefsiri 3. Cilt
[2] Mektubat, On ikinci Mektup
[3] Fi Zilali’l Kur’an, Bakara: 249. Ayeti Tefsiri
[4] Bakara: 250-251
[5] Fi Zilali’l Kur’an, Bakara: 250. Ayeti Tefsiri
[6] Bakara: 251
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.