Toplumsal siyasi yapılanmada peygamberliğin etkisi

Toplumsal siyasi yapılanmada peygamberliğin etkisi

Toplumu oluşturan iki temel prensip vardır. Bu iki prensibin birincisi; kültür diğeri siyasal yapıdır. Özellikle de siyasal yapı kültürün ortaya çıkardığı sonuçtan kaynaklanır.

Toplumu oluşturan iki temel prensip vardır. Bu iki prensibin birincisi; kültür diğeri siyasal yapıdır. Özellikle de siyasal yapı kültürün ortaya çıkardığı sonuçtan kaynaklanır. Bir toplumun kültürel altyapısı yoksa o toplumlarda kaotik kültür hüküm sürer ve orda siyasi bir yapı hiçbir zaman oluşmaz.

Kültürel hafızanın olmadığı zaman aralığında peygamberlerin devreye girdiği anlar olur. Kültürel hafızayı önce geçmişin nebevi kültürel hafızası inşa eder sonra yeni bir kültürel hafıza inşa eder.

İnsan beşerdir. Beşeri beşerin tanım ve tanımlamasıyla şekillendirdiğimizden sorun o anda başlıyor, beşerin beşer tarafından tanımlanması tamamen tarafgirlik üzerine olur. İnsanın tanım tarafgirliği yeryüzü ekseninde beşeri kültürün ve siyasetin hâkim olmasıyla toplum yaşamında çıkarcı siyasetin ve kültürün hâkim olması demektir.

Allah evreni ve insanı yaratırken yarattığı, sahip olduğu eşyayı kültürel ve siyasi olarak tanımlamış, bu tanım insanlar tarafından unutulunca Allah yarattığı insanın, beşerin içinde kendilerinden bir elçi seçerek onlara yeniden unutulan kültür ve siyasi hafızayı yeniden hatırlatıyor; insan kendi başına kaldığı zaman sorunlar kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. İnsanın bireysel sorunu bir sonraki adımda toplumsal sorun halini alıyor.

İnsan kendini kültürel ve siyasal olarak tanımladığı zaman ortaya çıkarlar ilişkisi üzerine şekillenmiş, yozlaşmış kültür ve ahlaksız siyaset ortaya çıkıyor. Oysa Allah insanı ve evreni, eşyayı tanımlarken öncelikle evrenin bir Rabbani ahlakı vardır. Bu Rabbani ahlak üzerine kültür ve kültürel siyaseti şekillendirip tanımlıyor.

Allah Kur’an’da insanın faniliğini unutmasıyla azgınlaşacağını dolayısıyla ahlaksızlığı edinmemesi için şöyle ikazda bulunuyor; “Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz. (Bakara/156)” Ayet beşerin insan tanımını ve ölümsüz olmadığını kendine aitlik tanımıyla Rabbini ön planda hatırlaması üzere ikaz yapıyor. Bu ikazın tanımı insan bilimini, tarih felsefesinin ilklerini belirliyor. “İleyhi Raciun” insanın Allah’a doğru yönelip dönmesi demektir.

İnsanın Allah’a erişebilmesi onun kul olduğunu, Efendisine hesap verebilirliğinin bilinç ışıklarını yakıyor. İnsanı, insanın beşer tanımlamasının karanlığından çıkarak asıl yaratılmış fıtratı üzerine yaşamasının bir hatırlatmasıdır. İnsanın Allah’a erişebilirliğini, Hallaç’ın Allah’a eriştiğini söyleyen (Allah’ı sabit bir yer olarak alan ve dolayısıyla insanın oraya vardığında Allah’a durduğunu savunan) “İleyhi” O’na doğru yönelip manevi yol almaktır. O kim? Peygamberin lisanıyla kendini hatırlatıp yeniden tanımlandıran Allah. Allah’a doğru yönelip yol almak nasıl bir tanım olur ki? Allah değişmez bir yerde sabit değil ki insan Ona yönelerek yol alsın ve yol sonludur, sonsuz olan Allah’ın varlığının sabit olmayan yönünün yoludur. Allah sonsuzluk, ebediyet, mutlaktan ibarettir. Bundan dolayı insanın yani beşerin Rabbine doğru yönelip yolculuğu; başka bir mana ile insanın da sabit bir mekânı olmadığı insan da yaratıldığı ilk mekâna gidebilmesi için manevi yolculuğuna devam etmesi gerekiyor. İnsanın bir aşkınlığının aşkı vardır; bilerek veya bilmeyerek bu aşkınlığa doğru yol almaktadır.

İnsanın kavuşmak istediği, kendinde sükûn ve huzur bulduğu aşk Allah’ın kendisidir. Bu yüzden insanda durmak yoktur. Allah’a kavuşmanın yolunda yol alarak ilerlemektedir. Bilinçli yol alanlar nebevi, kültürel ve siyasal yapının inşasına göre şekillenenlerdir. Bilinçsiz şekilde yol alanlar şeytanın taşkınlığıyla onun yemin ederek doğru siyaset tarzını sergileyeceğini söyleyerek insanı siyaseten ayartmasıyla yanlış yol üzerinde gaflet ve taşkınlık siyaset anlayışıyla varacağı nihai yerin Allah olduğunu bilmeden şekillendireceği beşeri siyasetin cambazlığının ahlaki yoksunluğuyla yeryüzünde ifsat faaliyetlerinde bulunuyor.

‘‘İnsan öz bilinç/kendini bilip tanıma, seçme ve yaratıcılıktan alıkoyan 4 ilkesi vardır. Descartes, insanın fıtratında var olan şüpheciliğin modernizm versiyonunu hayata geçirerek yeniden felsefi bakış açısıyla insan şüpheciliğini anımsatarak şüphenin şüphesinden emin olduğunda şüphecilikten kurtulmuş, var olduğunun bilincine varmıştır.

Descartes önce her şeyden şüphe ederek, sonra şüpheciliği tanımlamış. Şöyle ki; ‘‘ Fakat şüphe etmekte olduğum hususunda şüphe edemem, öyleyse ben varım ki şüphe ediyorum.’’ Şu halde ben varım ve var olduğum için şüphe ediyorum. İnsanın tanımdaki sorunu şüpheciliğin bilincine varamamaktan dolayı yeryüzündeki ifsat ve bozguncu siyaseti başlıyor.

İbn-i Teymiye, hem dünyevi adaleti hem uhrevi adaleti, zulüm ile günahı birbirinden ayırıyor ve toplumun günah ve küfürle ayakta kalabileceğini, zulüm ve haksızlıkla ayakta kalamayacağını şöyle belirtiyor; “İnsanların işleri bir yandan günahlardan uzak durup diğer yandan hukuksuzluğa başvurarak değil, daha ziyade türlü günahlara bulaşmış olsalar da adaletli oldukları sürece istikamet üzere olur. Bu yüzden şöyle denilmiştir; Allah, kâfir de olsa adil devleti ayakta tutar. Müslüman da olsa zalim devleti ayakta tutmaz ve şöyle söylenmiştir: dünya adalet ve küfürle devam edebilir; fakat zulüm ve İslamla devam edemez. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; ‘Hiçbir günah, zulüm, akrabayla ilişkiyi kesme günahından daha hızlı bir şekilde cezalandırılamaz.’ Zulümden dolayı ahirette bağışlanacağı düşünülse bile, bu dünyada yere çalınacaktır. Bu yüzden ahiret her şeyin nizamıdır. Dünya işlerini adaletle yürüten kişi, imansız olduğu için ahiretten herhangi bir pay almasa bile, bu dünyadaki işleri istikamet üzere olacaktır, diğer yandan dünya işlerinde adil olmayan kişi imanı olduğu ahirette bir pay karşılık alacak olsa bile, dünyadaki işleri yolunda gitmeyecektir.” (Mecmu’ül-Feteva)

Peygamber mesajında siyaset kültür altyapısında seçim vardır. Saltanat idaresi İslam’ı kendisine karşı çıktığı her yerde bastırmıştır, saltanat resmi devlet reisliği makamına gelecek en ehil Müslümanın seçimle belirlenmesini öngören İslami ilkeyi yok saydı. O, siyasal katılım prensibini bastırıp yok saydı. Vesayete dayalı yönetim zaten halkın onayına ihtiyacı yoktur, bu yüzden O şura prensibine işlevsellik kazandıracağına baskıcı bir yönetim kurmayı tercih etti. Saltanat, halkı zulüm vasıtasıyla denetim altına aldı. Sultanlık günümüze gelinceye değin her nerede var olduysa orada İslam’ın en büyük siyasal düşmanı olmuştur. O, halkın İslam’la olan sadakatini sultanın şahsına kaydırdı. Sultanlar daha sonra İslami meşruiyeti olmayan ulema kurumunu oluşturdular, İslam’da Hristiyanlıkta var olan rahip (ruhban) sınıfı yoktur. Ulema İslami doktrinleri takip etmeyip kendisine hizmet ettikleri sultanların yolunu izledikleri için İslam’a ihanet ettiler. Onlar, saltanat kurumunun siyasi meşruiyet kazanmasını sağladılar.

Çağdaş İslam dünyasında monarşik yönetim biçimi hala iktidarda. Bazı ülkelerde sultanlık rejimi vardır, bazılarında cumhuriyet adı altında askeri ve sivil diktatörlerin hâkimiyeti söz konusu olur. Böyle yöneticilerin bir elinde ordu ve gizli polis (istihbarat servisi), diğer ellerinde gayri İslami saltanat kurumu ve bunun devamında olan cumhuriyetin kurucu uleması vardır. Onlar geçmişteki baskıcı yönetim tarzına hala devam etmektedir.

Oysa insanın insana bırakılan tanımı bu sonucu doğurmuştur. İnsanı insana bıraktığımız zaman din içinde yeni bir din üretir ve bu din kendisi siyasi çıkarları için ulemasıyla hizmet aracına dönüşür. Oysa nebevi siyaset kültüründe din siyasete hizmet etmez, siyaset dinin evrensel mesajını insanlar tarafından net algılanması için hizmet vasıtası olarak işlev görür. Peygamber varisi siyasetin aslı şudur. Vahye dayalı dinler siyasetin uyuttuğu toplumları yeni bir nebevi siyaset anlayışıyla uyandırmak için gönderilmiştir. Peygamberler kavimlerin resmi dinlerine isyan ederek işe koyulurlar. Modern siyaset kavimlerin dini anlayışı ile hâkimiyet kazanırlar. Dolayısıyla peygamberler siyasetinde adalet ve hak vardır. Beşerin siyasetinde eşitsizlik ve zulüm vardır. Bir dinin tehlikede olması dinin asıl unsurlarından uzaklaşmasıyla olur. Peygamber varisi alim, zekat imamı olursa peygamberin davetçi mirasını üstlenen davetçiler gösterişçi, müteahhit olurlarsa Müslüman cemaati ticaret, holding haline gelmişse dine karşı yeni bir din icat edilmiş olur. O yapının nebevi siyaset hareketinde halka ve topluma adalet namına vereceği hiçbir şey kalmamıştır. Öyleyse peygamber varisi âlimler asli unsur olan görevlerine siyasete (fıkıh siyasetine) döndüklerinde bu din yeniden İslam coğrafyasında Asr-ı Saadet örneğini en güzel şekilde yansıtırlar. Selam ve dua ile…

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.