Dilediğini Yaptıran
Hamd, mahlûkatı iradesine uymaya mecbur kılan Cebbâr olan Allah’a, salât ve selam teslimiyette zirve olan Rasul-u Zişan Muhammed Mustafa’ya olsun.
Hamd, mahlûkatı iradesine uymaya mecbur kılan Cebbâr olan Allah’a, salât ve selam teslimiyette zirve olan Rasul-u Zişan Muhammed Mustafa’ya olsun.
Kavramların allak bullak olduğu, hayata nefis penceresinden bakmanın popüler olduğu günümüzde “zorla da olsa istediğini yaptırmak” ifadesini anlamak zannedildiği kadar kolay olmayacaktır. Anne-babanın çocuğuna, öğretmenin öğrencisine söz geçiremediği “bırak istediğini yapsın” ibarelerinin hâkim olduğu hayatta, atlanılan ne çok şey vardır. Kaynar suya yaklaşan bebeği, buradan uzaklaştırmak için zor kullanılması takdir görürken; iki dünyasını yakacak durumlara meyleden bireye yapılan müdahalenin eleştirilmesi ne de gariptir.
“Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O’na teslim olduğu halde ehl-i kitap Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na döndürüleceklerdir.” (Al-i İmran, 83)
Güneş’in belli bir yörüngede hareket etmesi, doğması; gereken yerde ve vakitte Ay’ın semada konumlanması; yıldızların ve gezegenlerin bu düzeni tamamlayacak şekilde görevlerini yapması onların isteklerine bırakılmayıp O’nun iradesine boyun eğmelerinin sonucudur. Güneş “Ben doğmam”, Dünya “Ben dönmem” diyemez.
Organlarımızın şeklinin, vazifelerinin, bedendeki yerlerinin tayin ve tespitinde O’nun icbarı (zorlaması) geçerli olmuştur. Sağ yumruğumuzun büyüklüğünde olan kalbimizi bir nebze de olsa tanıyabilmek için hayatının en verimli 23 yılını veren kardiyologlar, mükemmel işleyen bir sistemin şahitleridirler. “Ben bugün kan pompalamak istemiyorum” diyen bir kalp, bedende kaosun yaşanmasına neden olmaz mı? Sahi her varlık kendi isteğine bırakılıp belirlenen sınırlar içerisinde hareket etmezse ne olur?
“Nasıl birini ilâh olarak kabul edebilirim?” sorusu, düşünen insanın zihnini meşgul eder ara ara. Yaşamak için ilâha ihtiyacı olmadığını söyleyen insanoğlu, ilâhlık tahtına nefsini oturttuğunun farkında olamayacak kadar uzaktır kendine. Hükmünü icra eden, emirlerini yaptıran, karşı konulamaz gücü olan, ilâh olabilir ancak.
Dilediğini yaptıramayan bir ilâh aciz olur. Aciz olan ilâh olamaz. Azamet ve kudret sahibi olmayan bir hükümdar, kâinatın ve gönüllerin sultanı olabilir mi? Karşı konulamaz konumuyla inananlarını kollayıp güven verirken; inanmayanlara, taşkınlıklarına karşın hadlerini bildirmesi Cebbâr olmasının şanından değil midir?
“Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” söylemiyle inşa edilen Titanic, alınan bütün önlemlere rağmen çıktığı ilk seyahatte çarptığı buzdağına direnememiş ve 1912 yılında bin beş yüzü aşkın kişinin ölümüne neden olmuştur.
Muhteşem fil ordusuyla Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe; Ebabil kuşlarının attığı taşlarla yenilgiye uğramış, çok güvendiği ordusu darmadağın olmuş, canından olmuştur. Hüküm ve iradesine karşı gelme ihtimalinin bile olmadığını gösteren bu ve benzeri olayları nasıl okumalı?
Hz. Peygamber (SAV)’in Miraçla göğe yükseltilmesi ve Hz. İbrahim’e ateşin serin ve selametli kılınması; eşyaya/varlığa koyduğu kanunu, dilediği an tersyüz edebilen bir kudret olduğunu okutmaz mı bizlere?
Kâinatın her noktasında, her şey üzerinde dilediğini yapmaya muktedir, Cebbâr’dır benim ilâhım. Hiçbir şey zor gelmez Kadir-i Cebbar olana.
“Kırıkları onarmak” ve “zorla iş yaptırmak” manalarının ikisini birden kapsar cebir kelimesi. Şurup içmek istemeyen çocuğun burnundan sıkılarak şurubun içirilmesi, iğne olmak istemeyen tıfılın iğne yaptırmaya zorlanması, yapılması gereken müdahaleyi hastaya sormadan, isteğine bırakmadan hekimin uygulaması ve çok daha fazlası günlük hayatta karşılaştığımız bazen de ‘zorla güzellik olur’un örnekleridir. Zorlayanın kim olduğunun bilinmesi, düğümün çözüldüğü yerdir esasında.
Çocuğunun iyiliğini isteyen annenin, hastasının iyileşmesini isteyen doktorun, kardeşinin hataya düşmesine engel olmaya çalışan ablanın yeri geldiğinde zor kullanması elzemdir. İnsan olmaları hasebiyle yanılmaları söz konusu olsa bile bu zor kullanıcıların, niyetlerinde rahmet ve merhamet olduğu gerçeği unutulmamalıdır.
Peki, her şeyi bilen, tüm zamanlara hâkim olan, öylesine iş yapmayan, sonsuz merhamet sahibi Cebbâr olan Allah (CC)’ın bizler tarafından bilinmesi, hayat düğümümüzün çözüldüğü yer olmaz mı? Cebren icra edilen ilâhi fiillerdeki rahmet ve hikmetleri göremezsek de yapanın kim olduğunu bilmemiz, teslim olmamızı; Cebbâr’a isteyerek gidişimizi kolaylaştırmaz mı?
Zamanların birinde ya da her bir zamanda, ağaç gölgesinde öğle uykusuna dalan yolcu, aldığı kırbaç darbesiyle uyanır. Ağacın dibine düşen çürük meyveleri yemeye zorlanır aynı kişi tarafından. Tanımadığı bu adam art arda gönderdiği kırbaçlarla onu koşmaya zorlar. Yediği çürük meyvelerle öğle sıcağında koşmaya zorlanan yolcu yediklerini çıkarmaya başlar. Çürük meyvelerle dışarı attığı küçük bir yılan onu dehşete düşürür. Uyurken bedeninde yol alan yılanın farkında değildir zira. İçinde yılan taşıdığının bilgisi ona verilse isteyerek istifra edeceğini söylediğinde aldığı cevap manidardır:
“Bu bilgi sana verilseydi, korkudan ölürdün. Ancak beni tanısaydın isteklerimi yerine getirmede bu kadar zorlanmazdın.”
“Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. İkisi de ‘isteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11)
Yarattığı kusursuz âlemleri, âlemlerdeki varlıkları, koyduğu kanunlarla hükmüne boyun eğdiren Cebbâr; bu kusursuz sistemi bozmadan imar etme görevini insana teklif etmiş, insan da bunu kabul etmiştir. Anne rahminde geçirdiği dokuz ayı hatırlamasa da inkâr edemeyen insan, kendisine verilip diğer varlıklara verilmeyenden yola çıkarak bu teklifi kabul ettiğini de inkâr edemeyecektir.
Allah (CC), dini hükümler konusunda cebbariyetini kaldırıp insanları mecbur değil serbest bırakmıştır. Kulluk teklifini icbar (zorlama) ile değil ihtiyar (seçim) yolu ile yapmıştır. İnsanın kulluk şerefine kendi seçimi ile ulaşmasını dilemiştir. Kendisini bulanlara, tanıyanlara yaklaşma ve yakınlaşma yollarını göstermiş, muhabbetini lûtfetmiştir.
Dünya, nefis, şeytan üçgenindeki çağrıları değil de Rabbul âlemini tercih eden insan, gönülden gelen istekle Rabbe doğru bir yol tutar. Eşyaya, olaylara, hayata ilâhi pencereden bakar. Bu bakış onun için son değil, başlangıcın ta kendisidir. Öğrendiği her bir bilgi, bakışını derinleştirir zira. Tercihini farklı yönde kullanan insan ise eşyaya, olaylara, hayata kendi penceresinden veya diğer insanların penceresinden bakar. Bu bakış insanın çapı kadardır. Öğrendiği her bir bilgi, inadî bir küfür üzere değilse onu bilginin sahibine, bilgiyi oraya koyana ulaştırır. İnadî küfür üzereyse bilgi ile bilginin sahibi arasındaki bağı keser, bilgiyi, bilimin kendisini kutsallaştırır.
Dilese her varlığı kendine boyun eğdirebilecekken Cebbâr, insana irade verip onu farklı kılarak yüceltmiştir. Kurduğu sistemin mükemmel işlediği Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında, insanın orada bulunmasını, bu sistemin bir parçası ve şahidi olmasını dileyen kudretin buna ihtiyacı var mıdır yoksa bu, beşer için bir onur mudur?
“Ey beni/bizi yokluktan varlığa cebir ile sevk eden kudret! Varlık sahnesinde olan benim/bizim Sana gelişim(iz)e sevgiliye gitme neşesi kat. Nefsin isyanına, aklın saptırmasına izin verme. Lütfettiğin iradeyle yücelttiğin beni/bizi yanlış seçimlerim(iz) ile kendimi(zi) aşağılara düşürmem(iz)e izin verme.” Âmin…
Gülfer Ekmen | Nisanur Dergisi | Ocak 2021 | 110. Sayı
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.