Dr. Abdulkadir TURAN
`Muhafazakâr Demokrasi`
İslami siyasetin ilkeleri
farklı, muhafazakâr demokrat
siyasetin ilkeleri farklıdır. İslami siyaset bir kimlik siyasetidir, ilke siyasetidir. Muhafazakâr demokrasi ise orta sağın kimliksizlik siyasetidir. Muhafazakâr demokrasinin olduğu yerde İslami siyaset toplumsal ihtiyaç anlamında anlamsızlaşmaz, tam aksine elzem olur, toplum ona hasret duyar.
Hükümetlerin içeriye dönük politika ekranı, eğitim ve yargı ekranıdır. Onların ideoloji ve uygulamaları kendini en çok bu iki alanda belli eder.
İktidarların bugüne nasıl baktıkları, yargı uygulamalarından anlaşlırken kendi toplumları için nasıl bir gelecek tasarladıkları da eğitim politikalarından anlaşılır.
Yargı düzenlemelerinde ihaleci şirket yöneticilerinin, büyük spor kulüpleri başkanlarının Meclis’te yapılan düzenlemelerle cezalardan kurtarılması, her paket fırsatının onların durumunu kurtarmak için kullanılması... Eğitimde özel üniversiteleşmenin varlıklı kesimin ve bürokrasinin çocuklarını geleceğin imkanlarına daha kolay ulaştırmak için teşvik edilmesi, o üniversitelere yer yer devlet arazi ve binalarının sembolik kiralarla verilmesi…
Bu ve benzeri diğer alanlardaki ‘seçkinci-sınıfçı’ uygulamalarının köklerini nerede arayacağız? Bu uygulamaları, muhafazakâr demoraksinin tam uygulanmamasında mı göreceğiz? Yoksa bu anlayışın tabii bir neticesi olarak mı kabul edeceğiz?
İdeolojiler, mensuplarıyla vardır. ‘Muhafazakâr demokrasi’ de muhafazakâr demokratlarla bilinir.
Batı’da muhafazakâr demokrat olarak bilinen partiler,
-ABD’de George Bush’un Cumhuriyetçi partisidir.
-İngiltere’de, yakın dönemde ölen Margret Thetchear’in muhafazakâr partisi’dir.
-Fransa’da eski Cumhurbaşkanları Jack Şirak’ın ve Sarkozy’nin partileridir.
-Almanya’da şu anki başbakanın Hıristiyan Demokrat partisidir.
Bu şahısların ve partilerinin imajı malumdur. Onlar aslında ‘Klasik sağ’ da denen ‘orta sağ’ın dünyadaki önderleridir.
Bugün Batı’da ‘muhafazakâr demokrasi’ denince akla onlar geliyor. Batı’da orta sağ partilerin yerleşmiş özellikleri vardır:
Devletin ve toplumun bütünlüğünü ferdin ve toplumun huzuruna tercih ediyorlar.
Seçkincidirler, güçlüden, varlıklıdan yanadırlar. Yargıda, eğitimde, seçilme hakkında varlıklı kesimi toplumun diğer kesimlerinden farklı görüyorlar.
İnsanın değerini, ödediği vergiyle ölçüyorlar. Parlamento ve senatolara seçilme hakkını varlıklı kesimle askeri ve idari bürokraside görüyorlar. Zaman zaman onların arasına bir kaç kültür adamı da karıştırıyorlar.
Muhafazakâr yanları onları geleneğe bağlarken demokrat yanları onları toplumun kamoyu gücüne sahip kesimine muhattab tutar.
Devlet idaresi içinde fiilen yer alma amacı gütmeyen azınlık gruplarını el üstünde tutarken devlet idaresiyle ilgili talepleri olup kamuoyu gücü olmayan yapıları ciddiye almazlar, onlara yönelik hak ihlalleri karşısında harekete geçmezler, hatta onların hak ihlallerini zaman zaman büyük yapılara gözdağı için organize ederler. İşçi sendikalarını küçültecek adımlar atarlar, özellikle şirket çalışanlarının sendika taleplerini sadece ideolojik bir saplantı olarak görürler.
Sosyal yardımlaşmayı Allah’ın hakkı olarak değil, bir bağış olarak görürler, sosyal yardımların maliyetini sık sık gündeme getirir yoksul kesimlerin yüzüne vururlar.
Dış güvenlikte NATO’da görüldüğü üzere ittifakçıdırlar; müttefiklerinin güvenliğini ve gönül hoşuntluğunu insan haklarından üstün tutarlar.
Güvenlik politikalarına şizofrenik ölçüde düşkündürler; ordunun yanında polis gücüne de büyük yatırımlar yaparlar.
Ticari ve idari kararlarında laiktirler; kültürel alanda ise dini, toplumu bütünleştiren unsurlardan bir unsur olarak görürler.
Dinle ilişkilerinde şekilcidirler; resmi din durumlarına, onların binalaşma girişimlerine katkıda bulunur, dini mekânlarda fiilen görünürler. Ancak toplumun dini hassasiyetini kamusal alana taşımasını açıkça veya gizliden gizliye bir ‘cehalet’ ve ‘aşırılık’ olarak değerlendirirler.
Siyasi kararlarında dinle ilişkileri kürtaja, eşcinselliğe, aşırı nüfus yapılanmasına karşı çıkmakla sınırlıdır. Bu yönde ciddi anlamda engelleyici yasalar çıkarmaktan kaçınırlar, bu konuları dindar kesimleri tatmin etmek ve onların oyunu almak için kullanırlar.
Oportünist ve pragmatisttirler, Türkçe bir ifadeyle ilkesizdirler; siyasi çizgilerine ‘Dün dündür, bugün bugündür’ anlayışı hakimdir. Bu, onları klasik ideoloji partilerinden ayıran en önemli özelliktir. Bu anlamda (günün ve dünyanın gerçeklerine uyma anlamında) en modern ve aslında en laik partilerdir.
Özde milliyetçidirler. Ancak dini yanları gibi milliyetçi yanları da sıkı bir kontrol altındadır. Dini yanlarını kontrol altında tutmaları, devletin çıkarlarının dindarlıktan etkilenmemesi içindir, milliyetçi yanlarını kontrol altında tutmaları ise toplumun bütünlüğünü etnik itirazlardan korumak içindir.
Bütün uygulamalarında ‘olduğu gibi’ değiller; içinde bulunulan koşullar gereği ‘olmaları gerektiği’ gibidirler.
Bu anlayışın pratiği, bugünün Amerika’sı, Fransa’sı ve Almanya’sıdır. Hatta böyle demek bile muhafazakâr demokrasiyi kayırmak anlamına gelir. Zira özellikle Fransa ve Almanya’nın mevcut durumunda izlenen pek çok hak, muhafazakâr demokrasinin desteğiyle değil, muhafazakâr demokrasinin karşı koymasına rağmen sağlanmıştır.
Dünya geneline bakıldığında açıkça görüleceği üzere ‘orta sağ’ anlamındaki ‘muhafazakâr demokrasi’; seçkinleri önceleyen, güvenliği insan haklarına tercih eden, sosyal güvenliğe devletin ve şirketlerin kaybı gibi bakan, kamuoyu ve temsil gücü olmayan çevreleri insan hakları konusunda dikkate alınacaklar arasında saymayan bir yapıdadır. Bu yapıya rengini veren, kapitalizm ve onu tamamlayan liberalizmdir. Dolayısıyla muhafazakâr demokrat partiler, özü itibariyle kapitalist, liberal partilerdir; modernizmin içindedir, dışında değildir.
Türkiye’de‘Muhafazakâr Demokrasi’
Türkiye siyasetinde ‘kimliklendirme’ pek önemsenmez. Oysa siyasi çizgide kimliklendirme bir şablondur, bir çerçevedir. Bir siyasi yapının kendisi için belirlediği kimlik, onun eninde sonunda içine gireceği çerçevedir.
Bir siyasi yapı ya uygulamaları ile kimliğini bulur ya da kendisi baştan belirlediği için kimliğine uygun uygulamalara gider.
Çünkü Türkiye siyasetinde ‘kimlik’, yaptırım gücüne sahip uluslararası çevrelere verilmiş bir tür taahhüttür, onlara ifade edilmiş bir siyaset sınırıdır.
‘Muhafazakâr demokrat’ kimliklendirmenin dünyada pek sevimli bir yanı yok, hatta hep tepki nedenidir. Türkiye’de kendilerini ‘muhafazakâr demokrat’ olarak kimliklendirenler, ya gerçekten ‘’muhafazakâr demokrat’’tırlar ki o zaman onlardan beklenen bütün dünya örneklerindeki muhafazakâr demokratlıktır ya da ‘muhafazakâr demokrasi’yi kendileri açısından bir baskı sürecinden yeni bir sürece geçiş için bir ara dönem olarak görüyorlar.
Birinci ihtimalde muhafazakâr demokrasi bir misyon iken ikincisinde bir vizyondur, hatta bir taktiktir. Ancak uygulamalara bakıldığında muhafazakâr demokrasinin bir misyona dönüştüğü görülmektedir, konunun tarafları hem içerde hem dışarda bu misyonu ispat derdindedirler.
Muhafazakârlık Kabulünün Yayılması
1925’ten sonra “İslamcılık” en tehlikeli siyasi kimlik haline geldi. ‘Milli manevi değerlere sahip çıkanlar’ kendilerini anlatacak bir isim bulmaktan yoksun bırakıldı, bir bakıma kimliksiz kaldılar. Ama manevi değerlere sahip çıkma düşüncesi yok olmadı, bu yöndeki eğilim değişik tonlarda devam etti. Bu tonları camii örneği üzerinden şu şekilde somutlaştırabiliriz.
1.“Cami, İslam toplumunun vazgeçilmez mekânıdır, o mekân Allah’ın emri gereği ibadet – toplanma – kaynaşma yeri olarak hep açık kalmalı, camileri kapatmaya çalışmak, Allah’ın dinine savaş açmak anlamına gelir’’ diyenler.
2. “Cami, Türk kültürünün bir unsurudur; Türk kültüründe ezanla bayrakla birlikte anılmıştır. Camilerin açık tutulması, kültürümüze saygı göstermenin bir gereğidir” ya da “Camiler bir kültür unsuru olarak estetik değere sahiptir, tarihi bir güzelliktir, korunmalıdır” diyenler.
Birinci grup İslamcı diye adlandırılırken ikinci gruba ‘muhafazakâr’ dendi.
O günlerde muhafazakârlığın görünür tarafı, İstanbul’u öven şiirler okumak, bayram gibi gelenekler üzerine hikâyeler yazmak ve Türk musikisi dinlemektir. Muhafazakârlık daha çok geçmişe dönük ‘pasif bir özenme’ niteliğindedir. Akımın temsilcilerinin günahlara karşı çıkma gibi bir kaygıları yoktur. Onların muhalefeti daha çok ‘toplum da bozuldu’ gibi bir serzeniş muhalefetidir, sistemi rahatsız etmeyen üstü örtülü bir yakınmadır, daha çok bugünkü gibi zaman zaman Amerikan siyasetinden yakınmalarını andırmaktadır. Bundan dolayı o günlerde İslamcılık yasaklanırken muhafazakârlık serbest tutulmuştur.
28 Şubat’ın ardından meşruiyet arayışları ‘yenilikçi’ kesimi, muhafazakâr demokrasiye götürdü. Bir siyaset bilimciye göre Türkiye’de muhafazakârlık, aslında düşüncenin ‘göz’ halidir. Yani düşüncenin en silik olduğu, bir kalıba konulmadığı, sınırlarının fark edilmediği bir eğilimdir.
Dolayısıyla bu, aslında bir kimlik değildir, kimliksizliği tercih etme halidir; bu da dünyadaki orta sağ partilerin klasik bir özelliğidir. Klasik sağ partiler kimliksizlik iddiasıyla hem siyasetlerinin önünü açarlar hem de başkalarının siyaset alanına girme özelliği edinirler. Bu aslında gizli bir ‘tek partileşme’ eğitimidir.
İslamcıların muhafazakarlaşması; şeriatçılığı bırakma, İslamcılığı hayali (ütopik) bulma, İslamcılığı aşılması gereken bir çocukluk, gençlik hastalığı olarak görme, Yahudi iktidarı karşıtlığından vazgeçme, sadece ‘manevi değerlere sahip çıkmayla yetinme’ anlamındadır. Bu yeni durumda siyasi kimlik ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ ve ‘piyasa ekonomisi’ kavramlarıyla doldurulmaktadır. ‘Ben, artık muhafazakâr demokratım’ diyen bir İslamcı ‘Ben artık siyasi anlamda kimliksizim’ demek istiyor. Kimlik, bir çerçevedir; siyasi yapıların davranışlarını sınırlar, tercihlerini belirler ve gelecekteki tutumlarının tahmin edilmesini sağlar. Kimliksizlik ise başıboşluktur. Kimliksiz siyaset, tabii olarak ilkesiz bir siyaset haline gelir.
Türkiye’nin muhafazakâr demokratları aslında birkaç yıl önce kimliksizlik sürecindeydiler, bugün ise uygulamaları ile muhafazakâr demokrat kimliğe çok yakınlar, hatta içindedirler. Klasik sağ siyasette akraba kayırma, arkadaşının yolunu açma, varlıklıyı önceleme, rüşvet alma, bireysel çıkarlarını yüceltme, günahlara bulaşma sıradan bir vakadır. Böyle bir siyasetin İslami siyasetle ilgisi yoktur.
Bu tablo karşısında ‘muhafazakâr demokrasinin olduğu bir zamanda İslami siyasete ihtiyaç var mıdır’ sorusunu sormak bile abestir. Bu sorudan en çok muhafazakâr demokratlar rahatsız olur.
Zira İslami siyaset bir kimlik siyasetidir, bir inanç siyasetidir. İslami siyasetin ilkeleri farklı, muhafazakâr demokrasinin ilkeleri farklıdır. Dolayısıyla bunların tercih nedeni de farklıdır.
Muhafazakâr demokrasiye geçiş, İslami siyaseti toplumsal ihtiyaç anlamında anlamsızlaştırmaz; aslında onu elzem kılar, ona olan toplumsal hasreti artırır. O hasret karşılanmazsa toplum, muhafazakâr demokrasinin yarınki problemlerinden kaçarken İslam dışı kurtuluş yollarına sapar. Muhafazakârlar, uluslararası sistem ve uzantılarından sadece yakınır, İslami siyaset ise onu değiştirmek ister. Aradaki büyük fark budur.
Not 1: Bu yazıyı 2009’da bu sayfada yayınlanan “Muhafazakârlık mı kimliksizleşmek mi?” yazısıyla birlikte okumanızda yarar var. Sanal ortamda iki yazı alt alta okunabilir.
Not 2: Bu yazı “Son Dönemin Siyasi Yapısı” yazı dizisinin son bölümü idi, Kutlu Doğum dolayısıyla ertelendi. Siz yazıyı o dizinin içinde görün. Allah’a emanet olunuz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.