Dr. Abdulkadir TURAN
Son Dönemin Siyasi Yapısı -5
Modern çağda zayıf devletler; kendi halklarının ihtiyaçları, inancı, komşularıyla iyi geçinmenin gereklilikleri doğrultusunda değil uluslararası sistemin sömürü, yönlendirme ve oyun aracı haline getirilmemeleri doğrultusunda yönetiliyor
Modern çağda zayıf devletler; kendi halklarının ihtiyaçları, inancı, komşularıyla iyi geçinmenin gereklilikleri doğrultusunda değil uluslararası sistemin sömürü, yönlendirme ve oyun aracı haline getirilmemeleri doğrultusunda yönetiliyor.
Modern çağda zayıf devletler; kendi halklarının ihtiyaçları, inancı, komşularıyla iyi geçinmenin gereklilikleri doğrultusunda değil uluslararası sistemin sömürü, yönlendirme ve oyun aracı haline getirilmemeleri doğrultusunda yönetiliyor.
Devletlerin kendi toprakları ve insanları üzerindeki hâkimiyetlerini ve komşularıyla ilişkilerini düzenleme haklarını uluslararası güçlerle paylaşmaları modern çağın en önemli siyasi gerçeklerindendir.
Devletleri ve toplumları etkisi altına almakta doyumsuzluk içinde olan uluslararası sistem klasik bağımsızlık kavramını neredeyse anlamsızlaştırdı.
Bu, modern çağın ‘dışa bağımlılık’ ve ‘dışa bağlılık’ gerçeğidir.
Eskiden en azından devletlerin önemli bir kısmı kendi topraklarının, insanlarının ve dış güçlerle ilişkilerinin hâkimiydi. Bu devletler topraklarını kullanmada, insanlarını eğitip yönetmede, komşularıyla ilişkilerini düzenlemede kendinde başlayan ve kendinde biten bir iktidara sahipti. Bu iktidar onun inancı, gücü ve ihtiyaçları doğrultusunda şekil alırdı.
Modern çağda ulaşım ve iletişim imkânları arttı. Bu imkânlar, ilahi nizama savaş açan uluslararası güçlerin sömürme – yönetme – oyun (keyif-zevk) aracı haline getirme hırsıyla buluşunca sömürgeciliği ve modern çağa özgü değer işgal hareketlerini doğurdu.
Eskiden, bir devletin gücü ordularının varabildiği yere kadardı, modern çağda bu güç etkilerinin ulaşabildiği her noktaya kadardır.
Yeryüzüne toprak hırsıyla yanıp tutuşan Avrupalı eski bir feodel beyin ve para hırsıyla yanıp tutuşan bir Yahudinin gözüyle bakan uluslararası güçler, en ücra noktadaki bir iktidara bile müdahale ediyor, yeryüzünde sözlerinin geçmediği tek bir noktanın bile varlığına tahammül etmiyor, yerel iktidar sahiplerine kendi toprak vekili veya kendi şirket müdürü gibi bakıyor, düşünce ve eylemleriyle kendi çıkarlarına hizmet etmeyen tek bir topluluğun bile varlığını kabullenmiyor.
Bu, bir yeryüzü ilahlığı iddiasıdır. Firavun’un Mısır toprakları üzerindeki ilahlık iddiasının yeryüzünün bütününe yayılmasıdır. Devletler, hükümetler ve siyasi gruplar ‘uluslararası güçler’ diye bilinen bu yeryüzü ilahlığı iddiasındaki güce karşı çıkmayı, onun iradesiyle çatışmayı, onun çıkarından önce halkının çıkarını düşünmeyi göze alamıyor. Bu yöndeki en küçük bir hareketliliğin kendisine yönelik bir müdahale gerekçesi olacağını düşünüyor.
Hele ülke, jeopolitik bir öneme sahipse müdahale daha da çekilmez hale geliyor.
Ülkede Firavun’un çağırdığı sihirbazlar misali bir varlık (bir enerji kaynağı, bir insan kaynağı) varsa ülke ya bu varlığı uluslararası güçler denen çağdaş Firavun’un sahte ilahlığını ispat ve korumak için kullanacak ya da el ve ayaklarının kesilip çarmıha gerilmeye razı olacaktır. Ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginlikleri, insan kaynakları onlar için artık resmen bir tehdit kaynağıdır. Varlık, bolluk getireceğine sömürge ve dış müdahale için bir gerekçe oluyor.
Zenginliklerini, enerji kaynaklarını, insan kaynaklarını Firavun’un ilahlığını ispat ve sürdürme hizmeti için kullanmayı çarmıha gerilme riskini göze alarak red etmek kesin bir iman gerektiriyor. Yakini bir iman olmadan böyle bir direniş mümkün değildir.
Bunun için uluslararası güçlere karşı gerçek bir direnişi ancak gerçek iman sahipleri sürdürebilir. Diğerlerinin direnişi taktik icabıdır, geçicidir.
Firavun’a karşı direniş, bir özgürlük talebidir, bir özgürlük hareketidir. Gerçek bir özgürlük hareketini yalnız Allah’a kul olma özgürlüğüne ulaşanlar oluşturabilir. Kula kulluk bağında kalanların direnişi ancak bir karış toprak, bir parça ekmek için olabilir. Onlar; bir karış toprağı, bir parça ekmeği kaptıkça uluslararası güçlerin kapısında daha çok nöbet tutarlar.
OSMANLI ÜZERİNDE DIŞ ETKİLERİN OLUŞMASI
Osmanlı’nın kendisini modern güçlerin etki alanına açması bilinenin aksine başlangıç itibariyle fikirsel bir durum değil, fiili bir durumdur.
Fikirsel durum, dışa bağımlılık ve bağlılığın bir düşünce olarak doğması ve ardından bu fikrin uygulanmasıdır.
Fiili durum ise dışa bağımlılık ve bağlılık fikri oluşmadan hatta dışa karşı bir direniş söz konusu iken koşulların böyle bir bağımlılık ve bağlılığa yol açmasıdır.
Fikirsel durum bir aşk halidir. Fiili durum ise bir çaresizliktir. Her ikisi de teslimiyete yol açabilir. Ancak birinde kendini kaptırma söz konusu iken diğerinde ondan kaçarken ‘yakalanma’ söz konusudur. Fikirsel durum, gönül rızasıyla olmak iken fiili durum, savaşta esir olmak gibidir.
Siyasi hayat bir bütündür; bir yerdeki eksiklik veya hata, hayatın bütününe sirayet ediyor.
Osmanlı eğitim kurumları, daha Miladi 1600’lü yılların sonlarında, İslam coğrafyasının büyük kısmını oluşturan Osmanlı ülkesini yönetebilecek, bu büyük ülkenin insan kaynakları ihtiyacını karşılayabilecek bir yapıdan uzak kaldı; kendisini 1500’lü yılların koşullarına mahkûm bıraktı. Hayat durmuşcasına madden orada durdu. Zaman zaman Osmanlı’nın doruktaki gücüne bakıp rehavete kapıldı, maddi kaynakların artışıyla yer yer sefahata daldı. Dünya değişti, onlar manen geriye gitti, madden yerinde saydı. Onların 1500’li yıllarda yetiştirdiği bir insan o günün koşullarında çok iyi bir idareci, iyi bir asker olabilir ama 18.yüzyılın sonlarında hiç bir işe yaramaz beceriksiz bir idareci, zavallı bir askerdi. Beceriksiz bir idareci, zavallı bir asker ülkesini felakete götürür.
18.yüzyılın sonlarına doğru, devlet okuma-yazma bilen, namazlı niyazlı ve aynı zamanda yönetime kabiliyeti olan bir sadrazam (başbakan) bile bulamıyordu. Burası bir İslam ülkesiyken ibadet ehli bir sadrazam atandığında onun ibadet ehli oluşu resmen tarihi kayıtlara geçiyordu.
İlim ehli, hayat tarzını sarayın hayat tarzına açınca zekâsını, birikimini saraya endeksliyor; saraya yol gösterici görevinde iken dahi adam akıllı yol alamıyor, arkada gürültü patırtı çıkara çıkara sürükleniyordu.
Neticede Osmanlı orduları yenildi, geriledi, Batı’ya teslim bayrağı çekmek durumunda kaldı. Osmanlı’nın son 140-150 yıl kararlarında ‘İslam ne diyor? Müslümanların ihtiyacı nedir?’den öte ‘Fransız-İngiliz-Rus elçisi ne diyor? Hangi Batı ülkesi çıkarına hizmet etsek en az zararla kurtuluruz?’ düşüncesi etkili olmuştur.
Padişah; İngiltere’nin, Fransa’nın, Rusya’nın eğilimine bakmadan Sadrazam (başbakan) bile atayamamış, onlar arasındaki denge gözetlenirken araya büsbütün çürük tipler girmiş.
Siyaset ehlinin bütün zekâsı, bu dengenin nasıl sağlanacağıyla tükenip gidiyor. Dış güçler Osmanlı ülkesinden diledikleri yeri alıyor, birbirine veriyor; herhangi bir Osmanlı toprağı için birbiriyle çatışıyor, anlaşıyor. Osmanlı, artık kendi Rum’unu bile dış güçlere sormadan yönetemiyor. Osmanlı’da hayat, resmen dış güçlerin izinlerine bağlanıyor.
Uluslararası güçlere bağlılık ve bağımlılığın fikri durumu, bu fiili durumdan sonra kurtuluş yolu aranırken Fransa’nın Osmanlı eğitim kurumlarını programlamaya başlamasıyla oluşuyor. Dışa bağlılıkta fikri durumun fiili durumun önüne geçmesi felakettir, bir intihar halidir. Bu sürece geçildiğinde artık bir zorlama söz konusu değilse bile zihinsel yapı, bağlılığı sürdürür. Bu, bir zihinsel kölelik halidir. Zihnen köleleşen bir insan, efendisi onu bıraksa dahi o hür olmayı istemez, hürriyette bir karmaşıklık bulur, hürriyetin sorumluluğunu üstlenmek istemez; hayata efendisinin çıkar ve direktifleri açısından bakar, kendisini ona beğendirmek için onun ayağına kapanır.
TÜRKİYE’NİN DIŞA BAĞLILIĞI
Türkiye, jeopolitik bir değere sahiptir. Jeopolitik değer, ülkenin coğrafi konumunun ona sağladığı siyasi değerdir.
Türkiye, coğrafya olarak Doğu ile Batı sınırındadır; İslam dünyası ile Hıristiyan dünyasının sınırındadır; eneji kaynakları sahibi coğrafyalarla enerjiyi tüketen devletlerin sınırındadır.
Gerek Anadolu coğrafyası, gerek mezopotamya olarak Türkiye’nin üzerine kurulu olduğu toprakları etki alanı altına alma gücüne sahip hiçbir güç, bu etki alanından yoksun kalmayı istememiştir. Aksine her dünya gücü için bu coğrafyada bir etki payına sahip olmak, her zaman bir ideal olmuştur.
Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığı’na adaylığı sırasında kimse ona başbakanlık yolunu açacak böyle bir şans tanımıyordu. Gündemde Köksal Toptan gibi isimler vardı. Gazeteciler konuyu Cumhurbaşkanı seçilen Süleyman Demirel’e sordu. Demirel “Çocuklar, siz hep içeriye bakıyorsunuz oysa benim Adalet Partisi Genel Başkanı seçilmeme bakın. Dışarıya bakmayı bilin” diye (özetle) cevap verdi. Bu cevap, Türkiye’nin bir siyaset gerçeğinin ilanıdır. O bir ‘atama’ dönemiydi ve dış güçler, o dönemi korumak için kendilerine karşı çıkanları siyasi arenanın dışında görmek istiyorlar, bilseler ki o günleri sürdürmek mümkündür, o günlere geri dönecekler.
Yakın dönem öncesi Türkiye’si; güney ve doğu yönü tamamen kapatılmış, kuzeyine pencere açma izni verilmiş, kapısı Batı’ya açılan bir ev gibiydi.
Türkiye; İslam dünyasıyla bağı koparılmış, Orta Asya Türk toplulukları ile ilişkisine asla izin verilmemiş, kuzeyindeki Sovyet Rusya’yla sınırlı bir ilişkisi olan, serbest alışverişi yalnız Batı’yla mümkün bir haldeydi.
Türkiye’de siyasi hayat, onlarca yıl Batı’ya açılan kapı ile kuzeye açılan pencere arasındaki fark üzerine yaşandı. Uluslararası güçler bütün adımlarını kuzeye açılan pencerenin kapıya, Batı’ya açılan kapının ise pencereye dönüşme riski üzerine attı. Güneye ve doğuya açılmaya, bu yöndeki izinsiz bir yakınlaşmaya ihtimal bile bırakmadı.
1945 öncesine kadar ki Türkiye aslında dış politika açısından bu çerçeve içinde donmuş bir Türkiye’dir. 1945’ten sonra ise yöneticiler kuzeydeki pencerenin genişlemesini, Batı’ya karşı bir koz olarak kullanmışlar. Bu kozdaki cesaret, hükümetleri yerinden etmiş, nitekim Menderes’in 27 Mayıs 1960 ihtilali nedenleri arasında onun Sovyet Rusya’yla ticari ilişkileri artırma talebi vardır. 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi de sosyalist grupların ülkeyi ele geçirme riskine, Türkiye’yi Sovyet Rusya’ya bağlama talebinin güç kazanma ihtimalinin artırmasına bağlanmış.
Amerika ile ilişki konusu başlı başına bir bütünlüğe sahiptir denebilir. Bu ilişkinin de fiili durumu ve fikri durumu vardır. Yer durumuna bakarak bu yazıda, Zaman Gazetesi’nin İngilizce çıkardığı Turkish Review dergisinden bir aktarmayla yetinelim. Dergi, Temmuz-Ağustos 2012 sayısında Amerikan düşünce kuruluşu CFR’nin Türkiye-Amerikan ikişkileri raporuna yer vermiş. Raporun hazırlayıcıları arasında A30 eski Dışişleri Bakanı M.K.Albright da var. Rapor, Türkiye’nin Amerika ile ilşkilerini şöyle dönemlendiriyor.
1. 1945 öncesi dönem
2. 1945’ten 1990’a kadar Türkiye’nin Amerikan politikalarına entegre dönemi. Bu dönemde Türkiye, NATO üyesi olmuş (1952). Amerika’dan askeri ve ekonomik yardım almış, Kıbrıs Harekâtı (1974) dışında Amerika’yla bir sorun yaşamamış.
3. 1990-2003 arası Soğuk Savaş sonrası ara dönem (onlar ara dönem diyorlar ama aslında bu, Türkiye’nin israil’in keyfine terk edildiği, farklı siyasi çevrelerin israil öncülüğündeki girişimlerden kurtulmak için ABD’nin kapısına sürüklendiği dönemdir.)
4. 2003-2010 özerklik dönemi. Mavi Marmara olayının yaşandığı, Türkiye’nin BM’de İran aleyhindeki yaptırımlara karşı oy kullandığı, Rusya ve Çin’le ilişkilerini geliştirdiği süreç... ( Rapor, Türkiye tarihinin bu en hür dönemini bile dikkat edin sadece özerklik olarak anlatıyor. Bunun ne kadar doğru olduğunu bilmek için Hekimoğlu İsmail’in bu süreçten hemen önce Zaman Gazetesi için yazdığı kısa İslam tarihinde ‘Türkiye, 51.eyalet gibi oldu’ sözünün ardındaki gerçeğe ‘çok yönlü’ bakmak gerek.)
5. 26-27 Haziran 2010 Toronto G-20 Zirvesi sırasında Başbakan Erdoğan ile Obama arasındaki görüşmeyle başlayan yaklaşma dönemi. (Suriye politikası, NATO füze rampaları bu yeni dönemin ürünüdür. Rapor, bu yakınlaşma döneminin Arap Baharı’nı kontrol altına alma açısından önemli buluyor.)
Bu beş döneme bakmadan Türkiye’deki siyasi yapıyı değerlendirmek asla doğru değildir. 11 Eylül vakasından bu yana Türkiye’de güvenlik kayıtlarını inceleyin. Herhangi bir İslami çevreye yönelik bir operasyonun kesinlikle ABD’ye yapılan Cumhurbaşkanı, Başbakan düzeyindeki bir ziyaret öncesine denk getirildiğini görürsünüz. Bu, Türkiye’nin ihtiyacı değil dışarının Türkiye üzerindeki etkisinin bir neticesidir. Bu gerçeği eğitim, ekonomi, sosyal politikalar, hayatın bütün alanlarına yayabilirsiniz.
Geçtiğimiz hafta Son dönemin siyasi yapısı -4 başlıklı yazıda, yazının tamamı ile ilgili kullanılan resim, tasarımsal bir hatadan dolayı kullanılmaması gereken bir yere yerleştirilmişti. Yanlış anlaşılmalara neden olan bu hatadan dolayı okurlarımızdan özür dileriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.