1990’ların Said’inden 2014’ün Yasin’ine tarihin tekerrürlüğü
İdil’de yapılan baskılar sonucu tüm aşiretler gelip okulda okuyan çocuklarını öğrenci evlerinden köylerine götürdüler. Çocuklarını PKK’nin şerrinden, kendilerince koruyacaklardı. Said de bunlardan biriydi.
Tarih bazen tekerrürden ibarettir derler ya. Yaşananlar çoğu zaman doğrulatır bu sözü. Şöyle bir bakınca Yasin Börü’nün şehadetten önceki yüzüne, 1990’ların Said Bozkurt’unu gördüm birden. O da, kardeşi Yasin gibi bir nazenindi. Yüz hatlarına, hayâ ve Allah yoluna adanmışlığın çizgileri hemen ele verir kendisini.
Daha on dokuzundaydı Sait. Şubat ayında doğup, yine Şubat ayında şehid edilmişti. İdil’e okul okumak üzere gelmişti. Daha bir lise öğrencisiydi, Yasin gibi. Şehadeti onun kadar arzulayanını görmedim desem abartmış olmam. Şehadetle ile ilgili “Keşke”lerle başlayan cümlelerine şahitlik edenler, onun bir damat gibi kendisini şehadete hazırladığını söylerlerdi.
İdil’de yapılan baskılar sonucu tüm aşiretler gelip okulda okuyan çocuklarını öğrenci evlerinden köylerine götürdüler. Çocuklarını PKK’nin şerrinden, kendilerince koruyacaklardı. Said de bunlardan biriydi. Ailesi gelip onu köye götürdü. Bir hapis hayatı başlamıştı Said için. Ama kaçıp, arkadaşlarına yardıma gitmesi gerekiyordu. Nitekim o da öyle yaptı. Kardeşleri İdil’de ölüm ile burun buruna iken, Said öylece oturamazdı.
Kapatıldığı yerden kaçtı özgürlüğe doğru. Dağlara vurup, Ferhat’ın Şirin’e gittiği gibi şahadete koştu. Geldi şehid olacağı İdil’e. Bir okul kaçkını gibi “Ben öylece duramazdım abi, geldim işte.” diyordu. Bu tersine bir kaçıştı. Çünkü insanlar ölümden kaçarken, Said’inki ölüme doğru gitmekti. Şehadetlerine engel olanlardan, şehadetine sebep olacaklara doğru koşmaktı. “Ben kaçtım, geldim abi” diyordu Said. Şehidler Kervanı daha yeni yeni yola çıkıyordu bölgemizde. İlk yolcularından biriydi Said, Seydalarından Şeyh Zeki gibi…
Yaşayanlar bilir o günleri. Şeyh Zeki, 19 Şubat 1992’de şehid olunca, kardeşlerimiz Seyda’nın cenazesini defnetmek için Cizre’ye akın ettiler. Sanki arkadaşlarımız bir daha rahatsız olmasın diye, Said de kervana katıldı. O da hemen Molla Zeki’nin ardından şehid olmuştu bir sokakta. Yarım saat kalmıştı yerde. Onu hastaneye götüren olmamıştı. Bir balıkçı görmüştü yerde yatan Said’i. Yetiştirdiler sağlık ocağına. Fakat nafile. Şehid olmuştu.
Bu arada akşam olmuştu. Ancak ertesi gün ailesine haber verilebildi. O gece Said hastane odasında kaldı. Bu arada kardeşlerimiz Şeyh Zeki’yi şehadet vesikası ile Adn diyarına teslim edip Said’i de teslime gelmişlerdi. Sağlık ocağındaki Doktor; “Ben bu kadar yıllık doktorum. Said kadar güzel bir ölü görmedim. Sanki kalkıp benimle konuşacak gibi duruyor.” diyordu. Haklıydı doktor, çünkü o ölü değil, Kur’an’î deyimle diriydi. Konvoy aldı Said’i, teslim ettiler kutlu kervana.
Dedim ya tarih tekerrürden ibarettir diye. Yine bir nazenin uğurladık Adn diyarına. Yüzüne bakıyorum da Yasin’in şehadet öncesi ve sonrası fotoğraflarından. Meğer şehadet fotoğrafı daha güzelmiş Yasin’in. Abisi Said gibi daha bir lise öğrencisiydi. Ve de on yedisindeydi. Hayâlı duruşu, fotoğrafçıya bile saygı ve edebini gösteriyor.
Hani Peygamber (sav) evladı İbrahim vefat etmişti ya. Peygamber bir türlü boğazındaki yumruyu yutamıyordu. Dışa vurmaması gerekirdi gözyaşlarını. Ama hep derdi “Ben bir beşerim” diye. Gizlemeye çalışsa da ashabından, gözyaşlarına engel olamıyordu. Sonra kendi elleriyle teslim etmiş onu kabir toprağına ve dönüp eşi Mariye’ye; “Artık onun için ağlamayın, çünkü cennette bir sütannesi var” demişti.
Yasin’in yüzündeki ifadeden dolayı boğazımdaki yumruyu yutkunup; “Artık o da Said ile birlikte Adn diyarında, Kevser’in kıyısında, sofranın başındadır” diyerek kendimi teselli ediyorum. Ancak bir türlü üçüncü kattan atılışını, boğazını kesmelerini, benzinle yakılı bedenini unutamıyorum.
Fakat bu tekerrür lafına takıldım bir kere. Mazlumlar için tekerrürü görebiliyoruz ama ya zalimler için aynı şeyi söyleyebiliyor muyuz? Çünkü bunlar zalimlikte çağ atlamışlar. Said’i uzaktan üç beş kurşunla şehid etmişlerdi. Ama ya, Yasin’e yaptıkları? Nasıl açıklar demokrasi havarileri bunları? Bütün savaş hukuklarında ölü bedene saygı vardır. Var mı Kürdün örfünde ölü bedene eziyet?
Uhud harbinde Hind, Şehidler arasındaki Şehidlerin Efendisi Hamza’ya bunları yapmıştı. Bedene eziyet vermek, 1435 yıl öncesinde kaldı diye biliyorduk. Meğer Ebu Cehil’in askerleri tarihi tekerrür ettirmek değil, cehalette hep ileri gitme derdindeydiler. Daha önceleri şehidlerin kulak, burun, dudak gibi azalarını kesip, boyunlarına kolye yapanlar, meğer teknolojiye ayak uydurup, ölü bedeni arabayla ezdikten sonra benzinle yakıyorlarmış.
Ha bir de Ebu Cehil yaptıklarını savunurdu. Orta yerde demokrasi, barış gibi kelimeleri kullanıp, insan haklarından dem vurmazdı. Ya Kürtlerin Ebu Cehil’i. Yeri geldiğinde barış ve demokrasi havariliğine soyunup, beri tarafta ırkdaşlarından Müslümanların ölü bedenlerine dahi saldırtmıyor mu azgın güruhlarını.
Tarihin tekerrürlüğü sadece tek taraflı değildir. Allah’ın Veli kulları Müslümanlarladır.
Mehmet Güven ÖZER/Doğruhaber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.