
İslam'ın Toplum Sosyolojisinde Oluşturduğu Helal-Haram Pratiği: Otokontrol
Helal ve haram kavramları dini-İslami olup ölçüsü ve ana çerçevesi Allah (Celle Celaluhu) tarafından vahyedilmiş ve Peygamber(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından ortaya konmuş söz, düşünce ve eylemlerdir. "Helal lokma" tabiri ve tavsiyesi sosyolojinin
Helal ve haram kavramları dini-İslami olup ölçüsü ve ana çerçevesi Allah (Celle Celaluhu) tarafından vahyedilmiş ve Peygamber(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından ortaya konmuş söz, düşünce ve eylemlerdir. "Helal lokma" tabiri ve tavsiyesi sosyolojinin belirleyici anlayışı olduğu zamanlarda yaşam zor da olsa, azık az da olsa halk mutlu ve huzurlu olmuştur.
Toplumların ifsadını hızlandıran en temel husus fırsat ele geçince, gözlerden ırak olunca, cezasız kalınacağını bilince kişinin yasakları ihlal etmesi, hak yemesi, çalıp çırpması gelmektedir. Bu husus da toplumları içeriden çürütmekte, çökertmektedir. Kanunlar, kolluk ve siyasi söylem hiçbir zaman bir başına haramı, yasağı men etmede yeterli olmamış/olamaz. Modern toplumlarda ve Batı Uygarlığında oto kontrol mekanizmasını sağlayan "iç dünya" ve inanç devre dışı bırakılacak şekilde yaşam ve sistem modellenmiştir. Kişiyi bir başına helala (güzele) yönelme, haramdan (kötüden) uzaklaşma kabiliyetini önemsiz görmüştür. İnsanın bu mükemmel kabiliyetini köreltmiştir. Belki sömürgecilikten gelen zenginliğini refaha dönüştürmüştür ancak darlık ve zorluk zamanlarında bu kişinin duygu-akıl ilişkisinin iman ile izdivacından doğan otokontrol mekanizmasının yokluğunun acısını çok çekecektir.
İstila edilmiş ne Batılı olabilmiş ne de Doğulu kalabilmiş İslam beldelerinin hali de elbette içler acısı. Zira hem İslam'ın mükemmel otokontrol sistemini çekip aldılar hem de kendilerinde var olan kimi iyi hasletlerinden de mahrum bıraktılar. Ortaya ucube bir sistem bıraktılar. Bu da kaotik bir sosyoloji üretti. Bulduğu bir parayı, bir eşyayı ihtiyacı olduğu halde sahibini arayıp bulanların haberi cinayet haberlerinden daha dikkat çekici olacak kadar istisna ve sıra dışı olmuş.
Oysa İslam'ı diğer sistemlerden ayıran en temel özellik yasanın netliği ve sertliğin yanında kişiyi ve toplumu pratikte gönüllü birer elçi yapmasıdır.
İslam kalbe hitap eder. Helal ve haramın sınırlarını belirledikten sonra güzelliklerini, mükafatını, faydalarını kişinin ve toplumun genlerine işler adeta. Kişi bir başınayken bile onu bir görenin (Allah) olduğunu düşünür. Harama tevessül etmek kabih bir fiil olarak kişinin kendisinin ve ailesinin alnına kara bir leke olarak düşer. Dolayısıyla İslam'ın kanun-insan ilişkisi üzerine kurulu bu mükemmel sistemde aile de otokontrolü sağlayan önemli bir aktör olur. Ve bu hal caydırıcılığı maksimum düzeye çıkarır.
Hatırlarsınız henüz İslam ahlakı ve helal haram hassasiyetinin var olduğu dönemlerde köyde, kasabada, mahalle de kötü işler yapanlar, harama tevessül edenler istisna idi ve parmakla gösterilirdi. Toplum nahoş bakardı onlara, çocuklar onlardan uzak durur, zihinlerinde içki, zina, kumar gibi haramları işleyenlerin çirkinliği iz bırakırdı. Bu tür istisna kişiler toplum tarafından tolere edilmekle birlikte kendileri de toplumun "kötü örneği" rolünü kabullenirlerdi. Köyde Şafii mezhebine göre hutbeyi 40'a tamamlamak için köyün tek açıktan günahkarını (içki içerdi) cumaya getirirlerdi. Geldiğinde herkes, incitmeyen bir eda ile gülerdi ona, o da çok dışlanmışlık hissetmeden ve çok incinmeden konumunu kabullenirdi. Akrabaları da akrabalık vazifesini yerine getirmekle birlikte ondan utanır ve normal ilişki geliştirmezlerdi. İçki, zina, kumar ve diğer haramlar o kadar kötü görünürdü ki o toplumda yetişen bir çocuğun haramı normal görmesi ihtimali neredeyse yok gibiydi. Helal kaygısı halen toplumda ciddi manada karşılık bulmaktadır. Bütün ifsat politikalarına rağmen halklarımızın genlerine işleyen "helal" anlayışı önemli oranda diridir. İslami esaslara uymadığından şüphe edilen bir gıdayı (dindar olsun-olmasın) topluma yedirmeniz imkansızdır. Zira "haram" halen toplumun omurgasını oluşturan ekseriyette kötü karşılanır.
Helal ve meşru olanla yetinmek hatta üzerine erdemi koyarak şüpheliden de uzak durmak, Müslüman halkların temel karakteristik özelliği idi. Kanunlar elbette olmalı, Kanunlar da kişisel otokontrolünü kaybetmiş, aile ve kabile baskısından kaçmış, her türlü itibarsızlığı kabullenmiş zayıf karakterlere uygulanmıştır ve bu manada kadı'nın iş yükü de azalmıştır. Toplumsal ve şer'i meselelerde derinleşme imkânı ve zamanı bulabilmiştir.
İşte bu helal-haram hassasiyetimizin doğurduğu mükemmel sosyolojiyi fark eden Siyonist kafanın ürettiği Batı Uygarlığı ise aile-kabile bağlarını önemsiz, kötü göstermekle; zayıflatmakla işe başlamıştır. Sonrasında en dindar iktidarlar eliyle bile "kişisel özgürlükler" adı altında ve sanat, spor, siyaset üzerinden ürettiği rol modeller vasıtasıyla helal haram çizgisinin "dokunulmaz özgürlük alanı olduğunu empoze etmiştir. Tedricen ve sabırla yürüttüğü bu politikasını yine en dindar iktidarlar eliyle kanuni koruma altına almıştır. Zira içki, kumar başta olmak üzere İslam'ın hassasiyet taşıyan tüm haramları normalleştirmiştir. Tabii bu durum genetik kodları da taşıyan Müslüman toplumlarda kaotik bir çatışma ve zıtlaşma alanı oluşturmuştur. Özellikle kadının bedeni ve cazibesini büyük bir silah olarak kullanmıştır.
Eğitim ile gençliğin İslam'dan gelen genetik kodlarını değiştirmiştir. Bir aidiyeti kalmamış olan gençlik buz üzerindeki bilye gibi dönüp dolaşmaktadır. Toplumda cinayet, hırsızlık, ahlaksızlık, teşhir, rüşvet, güvensizlik, husumet, kıskançlık, hırs, riya almış başını gitmektedir. Batı uygarlığının Müslüman toplumlarda oluşturduğu bu kaos planlanmış, hesaplanmış bir kültürel istilanın sonucudur. Allah (Celle Celaluhu) ile Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve sellem) ile tarihi ile kültürü ile tüm bağları koparılmış bir gençlik inşa ettiler. Allah(Celle Celaluhu) ile bağı kopan kişi ve toplum aklının ve hazzının esiri olur. Ortaya zevkperest bir toplum çıkar. Bu da gözü, kulağı ve hafızası olmadan yürümeye benzer. Üstelik bu ölçüsüz, sınırsız yürüyüşü "özgürlük" olarak telaki eder. Yol alırken çarpıp çarpıp rota değiştirdiği süreçleri de süsleyerek "bilimsel/zihinsel gelişim" ve "farkındalık" olarak empoze eder.
Sonuç olarak Batı da Doğu da İslam'ın sade, yalın, naif, vasat, huzurlu, dingin helal-haram standardına acil ihtiyaç duymaktadır. Kimi kötü örnekler üzerinden bu, toplumu ıslah eden helal-haramın sosyolojik pratiğine karşı itirazlar da dünyayı bir yere götürmemiştir. Bu naif ve yumuşak helal-haram vasatını katılaştıran ve yaşanmaz kılan katı uygulamalar da bunları yok sayıp insanlığı boşluktan aşağıya atan Batı menşeli "özgürlük" paranoyası da insanlığın felaketi olmuştur.
Dolayısıyla toplumu iç dinamikleri ile birlikte birbirine bağlayan, güven tesis eden, huzur getiren, korkuları izale eden, toplumca benimsenmiş helal-haram pratiği ivedilikle ve sağlam bir şekilde temellendirilerek canlandırılmalıdır. İslam'ın kanundan çok asıl dayanağı olan bu sosyolojiyi yeşertmeden sadece İslami kanunlar ile yol almanın topluma bir hayır getirmeyeceği aksine katı, irite edici ve uzaklaştırıcı bir örneğe hizmet edeceği muhakkaktır.
Yani sosyolojik bir pratik ile birlikte "ille de vasat ille de vasat."
Mehmet GÜLSEVER
Kaynak:
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.